1951 Bulgaristan Göç Anılarım Bölüm 3

 

                                                                            ÇUKUROVA’DA MEVSİMLİK İŞÇİ OLMAK…

Babam ‘’Ananız nerede Mehmet?’’ Dedi. ‘’Buralardaydı baba…’’ Dedim ama annem yoktu ortalıkta. Oysa bizi Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak götürecek kamyona eşyalarımız yüklenmiş, bizim de kamyonda yerimizi almamız bekleniyordu. Hasanuşağı Köyünden geçerken Halil dedemleri de alacaktı kamyonumuz. Ama annem yoktu ortalıkta. Büyük bir telaşla aramaya başladık. ‘’Annemi gördünüz mü?’’ Diye sorduğum köylülerden biri ‘’ananız mezarlıkta’’ Dedi. Anlaşılmıştı… Annem iki ay önce toprağa verdiğimiz en küçük kardeşimiz Şaban’ın mezarına gitmişti.

Annem Emine Akıncı, ayakta soldan sağa Mehmet Akıncı, babam Ahmet Akıncı ve kardeşim Mustafa Akıncı-1963 yılı olmalı

Kardeşim Mustafa ve babamla birlikte biz de gittik mezarlığa. Annem sessizce gözyaşı döküyordu kardeşimizin mezarı başında. Hep birlikte dualarımızı yaptıktan sonra annemi ayırmaya çalıştık mezarın başından. ‘’Yavrum Şaban’ım, seni buralarda bırakıp, nasıl gideceğiz? Gitsek de nasıl geleceğiz?’’ Diye ağıtlar yakan annemi zorla ayırdık kardeşimizin mezarı başından… Yaklaşık olarak üç ay kaldığımız Elbistan Hasanköy’den ayrılma zamanı gelmişti.

Ceyhan pamuk tarlalarında çalışacak mevsimlik işçi bulmak üzere Elbistan’a gelmiş olan bir ‘’elçi’’ ile anlaşmıştı büyüklerimiz. Dayıbaşı olarak da bilinen ‘’elçi’’ Elbistan köylerine dağılmış olan Karagözler Köyü muhacirlerini Adana Ceyhan’a ücretsiz götürecekti. Tarlaya ulaşım ücretini işveren karşılıyordu. Bizi Çukurova’ya götürecek olan Elçi de asgari ölçüde zorunlu ihtiyaçlarımızı karşılayacak ve yaptığı harcamaları pamuk tarlalarından kazandığımız ücretlerimizden kesecekti. Bu anlaşma büyüklerimiz tarafından uygun bulunmuş ve yeni bir göç için hazırlıklar yapılmıştı.

Hasanköy’den ayrıldıktan yarım saat sonra Halil dedemlerin köyüne ulaşmış ve eşyaları da yüklenmişti. Elçi tarafından tutulan oldukça büyük kasalı bir kamyonla diğer köylerdekiler de toplandılar. Anımsadığım kadarıyla Halil dedemler yedi kişilik ‘’Kurtuldu’’ ailesiydi. Biz Akıncı ailesi dört kişiydik. Sonraki yıllarda Hüseyin, Kerim ve Yusuf dayımların kayınbabaları olacak aile bireylerini de sayarsak 25 kişilik bir mevsimlik işçi grubu olmuştuk. Yatak-yorgan, kap-kacak ve diğer zorunlu eşyaların da kamyona yüklendiği kamyon kasasında balık istifi olarak yerlerimizi almıştık.

Kamyon sahibi ve sürücüsü bu kadar kalabalık ve yüklü olacağını düşünmemişti. Gâvur Dağların aşmakta zorlanacağımızı söyleyerek biraz mırın kırın ettiyse de yola çıkmak zorunda kaldı. Elbistan Afşin yoluna girdikten birkaç saat sonra, üzerinde bulunduğumuz kamyon Gâvur dağının daracık, çok virajlı, yanları uçurum ve dik yollarına girmişti. Köylülerden bu yolların çok can aldığını duymuştuk. Eğimi oldukça büyük bir oldukça dar ve yanları uçurum olan yolda zirveye doğru tırmanırken, fazla zorlanmış olacak ki, kamyonun motoru stop etmişti. Sürücü tekrar çalıştırıp harekete geçmek istediğinde, kamyon ileri gitmek şöyle dursun, geriye doğru kaçmaya başlamıştı. Büyük bir panik havasının yaşandığını anımsıyorum. Çok korkmuştuk. Yandaki uçuruma yuvarlanmak işten değildi.

Başta Halil dedem olmak üzere birkaç yaşlı dışında, biz çocuklar da dâhil olmak üzere, herkes kamyondan aşağı atlamıştı. Hep birlikte kamyonu ittiğimizi anımsıyorum. İtme gücümüzle harekete geçen kamyonumuz hız kesmeden zirveye tırmanmış ve gözden kaybolmuştu. Yine korkmuştuk bizi buralarda bırakır mı diye… Yarım saatlik bir zorlu yürüyüşten sonra kamyona ulaşmış ve üzerindeki yerimizi alarak Maraş’a doğru yola koyulmuştuk.

Gâvur Dağındaki bu korkulu yolculuk unutulmazlarım arasına girmişti. Öyle ki İvriz İlköğretim Okulu ikinci sınıfta iken hikâyesini bile sınıfımızın duvar gazetesine yazmıştım. Çok büyük bir panik havası yaratan Gâvur dağı Kahramanmaraş ilinin en yüksek dağı olan Nurhak’tı. Yüksekliği 3093 metre olan bu dağları geçmek isteyenlerden bazılarının hayatlarını kaybettiklerini duymuştuk köylülerden. Öyleydi gerçekten… Derin ve uzun geçitler ve boğazlarla kaplıydı. Akarsularla parçalanmış plato ve yaylalar ulaşımın en büyük engeliydi.

Gâvur Dağı’nın adının tarihte birkaç kez değiştirilmiş olduğunu öğreniyoruz sonraki yıllarda, İvriz’de Hüseyin Seçmen öğretmenimizden. Ortaçağda Diyar-ı İslam ve Diyar-ı Rum sınırını oluşturduğu için bu dağlara Gavurdağı deniliyormuş. Eskiden Adana’nın ilçelerinden biri olan Osmaniye’nin kurucusu ve isim babası büyük devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa 1865’te Cebelibereket ismini vermiş. İsmet İnönü döneminde antik Yunan klasiklerinin Türkçeye çevrilip Bakanlıkça yayınlandığı yıllarda, Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığında, bu dağlara antik Yunan dilindeki “Amanos Dağları” denmiş. 

Aşılmaz denilen dağları aşmış ve rahatlamıştık. Maraş ilini de geçmiştik. Bundan sonrası esenlikti…Adana-Şanlıurfa otoyolu üzerinden, yaklaşık 320 km yol almamız gerekiyordu. Günlerin alabildiğine uzun olduğu bir gündü, tuvalet molası dışında herhangi bir yerde durmayan kamyonumuz, 10 saatlik bir yolculuktan sonra saat 17,00 sıralarında Ceyhan dışında bir  pamuk tarlası kenarında mola vermişti. Bizi getiren elçi de burada birkaç saat kalacağımızı söyleyip, pamuğu toplanacak tarla sahibini bulmaya gitmişti. 

Babam ve diğer ailelerin büyükleri hemen çevreden uygun taşlar bularak üzerine tandır konulabilecek ocaklar yapmışlardı. Dayılarımın da yardımıyla çevreden toplanan çalı çırpılarla ocak yakılmış, tandır üzerine konulmuştu. Bu arada annem, anneannem ve teyzem de yanımızda getirdiğimiz un çuvalından yeterli un aldıktan sonra tandıra koyacağı bazlama hamurlarını hazırlamıştı. 

Hazırlanan bazlamalar daire şeklinde ve yaklaşık 1 cm kalınlığında olurlardı. Annem göz kararı bu ölçüyü tuttururdu. Dumanlar arasında pişen ve önce biz çocuklara verilen bazlamaların tadını hala hatırlarım. Sıcak bazlamanın üzerine sürülen yağın üzerine de biraz tuz ekilmişti. Hayatımda yediğim en güzel yemekmiş gibi gelmişti bana… Bazlama ile de olsa karınlarımız doymuştu ya, daha ne olsundu…

Karnımızı doyurup, zorunlu ihtiyaçlarımızı giderdikten bir süre sonra elçi ile birlikte işveren de gelmişti. Tekrar kamyona binerek mevsimlik işçi olacağımız pamuk tarlasının yolunu tutmuştuk… O yıllarda Adana’nın bir ilçesi olan Ceyhan, bir konakladığımız pamuk tarlalarından 7-8 km uzaklıktaydı sanıyorum. Konum olarak Çukurova’nın tam ortasında yer alan Ceyhan, yörenin pamuk ambarıydı. Adana’nın yaklaşık 50 km doğusunda ve Ceyhan Nehri’nin kıyısında kurulmuş, büyükçe bir ilçesiydi. Eşyalarımız uygun yerlere indirildikten bir süre sonra aile büyüklerimizin ilk işi başımızı sokacak birer barınak yapma girişimi olmuştu.

1951’li yıllarda pamuk üretimi suya da ihtiyaç duyduğundan tarlalar akarsuyun bol olduğu dere kenarlarında olurdu. Pamuk üretiminden önce çeltik olarak adlandırılan pirinç üretimi de yapılmış olduğundan çevremizde bataklıklar da vardı. Bataklıklar sazlıkların ve sivrisineklerin bolca bulunduğu vahalardı. Bu vahalardan, çadır kurulmasını sağlayacak boyut ve kalınlıkta yeterince saz kesildikten sonra geçici barınak yapılmasına geçildi.

Yaşam çadırlarımızda, duvar elemanı olarak kamış ve sazlar kullanılmış, üzeri çadır beziyle kapatılmıştı. Tuvalet ihtiyacı için diğer aileler ile ortak kullanılan, dere kenarında muşamba ile çevrilmiş seyyar diyebileceğimiz tuvaletler yapılmıştı. Biz tuvaletlere kenef diyorduk. Bulaşık yıkama ve yemek pişirme ihtiyaçları için de çadırlarımızın önüne, çalı çırpı ile yakacağımız ocak yerleri yapıldığını anımsıyorum.

Oldukça zorlu ve yorucu bir yolculuktan sonra, biz çocuklar ve yaşlılarımız kendimizden geçmiş, adeta sızmıştık Ceyhan’daki pamuk tarlalarında. Anne ve babalarımızın oldukça geç yatmış olmalıydılar.

                                                                                 PAMUK TARLASINDA BİRİNCİ GÜN…

Biz çocuklardan önce kalkan anne ve babalarımız sabah kahvaltısına tandırda pişirdikleri bazlamalarla zeytin ve çay hazırlamışlardı. O yıllarda zeytin ve peynir en ucuz gıda maddeleriydi. ’’Zeytin ekmekle idare ederiz.’’ Cümlesi yoksulluğun dile getirilişiydi. Kahvaltı sırasında benim gibi diğer çocuklar da sivrisineklerden yakınmış, hatta benden daha küçükler ağlamışlardı. Büyüklerimiz bir çaresine bakarız diyerek, alel acele kahvaltılarını bitirip pamuk toplamaya gitmişlerdi.

Çocuklar dâhil herkes gücü oranında pamuk toplama işine katılacaktı çünkü topladığımız pamuğun ağırlığına göre ücret alacaktık. Yevmiye olarak adlandırılan günlük ücret yoktu. Günlük ücret tarla sahibinin işine gelmiyordu. Kaytaranlar olabileceği gibi hasta olanlar ve çok sık tuvalete gidenler de olabilirdi. Devlet denetiminde olabilseydi, bir tarım işçisinin aylık asgari ücreti 120 TL civarındaydı. Bu demektir ki günlük 2 TL yevmiyesi vardı. Oysa elçilik sisteminde günlük 2 TL bile çok görülmekte, ağırlığa göre para ödenmekteydi.

Büyüklerimizin arkasından biz çocuklar da girmiştik beyaz altın olarak bilinen pamuk denizine. Başlangıçta büyüklerimiz gibi başlarımızı kaldırmadan topladığımız pamukları çuvalların içine koyma yarışındaydık. Oyun haline getirmiştik pamuk toplamayı. Birbirimiz ile yarışıyorduk. Pamuk tarlalarında gölge yapacak ağaç yoktu. Dümdüz Çukurova’da güneş yükseldikçe sıcak insanın tepesine vuruyordu. Hiçbir şey yapmadan güneşin altında durmak bile hemen terlemenize ve ayakta duramaz hale gelmenize neden oluyordu.

                                                                                                 ÇUKUROVA’DA TARIM İŞÇİLİĞİ…

Çukurova Bölgesi’nde mevsimlik tarım işçiliği 1951’den beri süregelmekteydi. Hasat dönemlerinde başta Maraş ve Urfa olmak üzere çeşitli Güney-Doğu illerinden bölgeye mevsimlik tarım işçileri temin edilmekteydi. İlk gelenler Bulgaristan muhacirleriydi. Sonra yoksul Güney-Doğu marabaları ve yarıcıları gelmeye başlamıştı.

Şimdilerde de Suriyeli muhacirler de durumda bu kervana. Türkiye’nin ne kadar geliştiğinin bir göstergesi olan tarımda mevsimlik işçi olayını ayrıntılı yazma gereğini duydum. Yazma gereğini duydum çünkü ‘’Çukurova’da mevsimlik işçi olmak’’ olgusu unutulmazlarım arasında olup, ülkemizin kanayan bir yarasıdır.

1950-1951’li yıllar Türkiye’nin kırsal alanları için en önemli dönüm yıllarıydı. Tarımda makineleşme ile birlikte, daha fazla arazinin tarıma açılması, pamuk ve diğer tarım ürünlerinin hasadı için daha fazla işçiye ihtiyaç duyulmuştu. Bunun için mevsimlik işçi bulunmalıydı. Bu iş için becerikli ve işini bilen kişiler, yani ”elçiler” kadrosu oluştu. Mevsimlik işçi bulmak, tarım arazisine getirmek ve çalışmalarını organize etmek için oluşan bu elçiler kadrosuna ‘’çavuş’’, ‘’dayıbaşı’’ gibi adlar da verilmekteydi. Çalışacak işçileri bunlar seçerdi.

Mevsimlik tarım işçilerinin çalışma ilişkileri; işçi, elçi ve işverenlerden oluşmaktaydı. Bu üçlü arasındaki çalışma ilişkisi tamamen devlet denetiminden uzak, vergilendirilmemiş, sosyal güvenlik kavramının da geçersiz olduğu üretim alanıydı. İşverenler, işçilere karşı hiçbir sorumluluğu üstlenmek zorunda değildi. Barınmaları için yer göstermek, işçiler için yaptıkları tek şeydi. Bunu yapmaktaki amaçları da işçilerin çalışacağı bahçelere hızlı bir şekilde ulaşmasını sağlamaktı.

Elçilerin işçiler için yerine getirdiği görevler, onların yaşamlarını kolaylaştırıyor gibi görünse de bunların hepsi işçilerin elçilere olan bağımlılığını güçlendirmekteydi. Bir elçiye bağlı olmadan iş bulunamaz, çalıştığı yerde hiçbir sorununu tek başına çözemez hale gelirdi. Bu bağımlılığı yaratmak ve derecesi elçinin yaptığı işin vasıfları arasındaydı. Elçi, işçiden ve işverenden aldığı komisyonlar dışında sayısız gelir elde etme yöntemini kendisi için yaratmıştı.

Elçilik sisteminde elçi, işçilerin evine giderek onlara gidecekleri yeri ve alacakları ücreti anlatıp işi bağlıyordu. İşçileri anlaşma yaptığı bahçe ya da tarlaya götürüyordu. Elçi gidiş ücretini tarla sahibinden, dönüş ücretini işçiden isterdi. Bunun dışında her işçinin yevmiyesi üzerinden yüzde 10 komisyon alırdı.

                                                                                                              1951 EYLÜL AYI ORTALARI…

sabahın erken saatleri olmalı…Çukurova güneşinin yakıcı doğuşunu hissetmiştik ama gözlerimizi açamıyorduk. Çapaklanmıştı, acıyordu ve göremiyorduk. Diğer çadırlardaki çocuklar da bizim gibiydi ki sızlanıp duruyorlardı. Annelerimiz ya da ablalarımız ılık suya batırdıkları pamuklarla gözlerimizi siliyordu. Gözlerimizi açmaya çalışırken bir taraftan da kaşınıp duruyorduk. Gece boyunca yine sivrisineklerden kurtulamamış ve bütün gece kanımızı emmişlerdi.

Pamuk tarlalarına komşu dere kenarlarında konaklayan mevsimlik diğer işçilerde olduğu gibi derme çatma olan çadırlarımız korunaklı değildi. Kuma ya da toprağa kurulduğu için böcek, yılan, yağmur, soğuk, toz gibi zeminden gelen birçok risk altındaydı. 1950-51 yıllarında Çukurova’daki başlıca tarım, çeltik ve pamuktu. Ceyhan’ın yaklaşık 30 km batısında Kadirli’ye bağlı Akçasaz’ın yanı başında su baskınları sonrasında büyük bataklıklar oluşmuştu. Sivrisinek ve Sıtma kaynağı bataklıklar. Akçasaz bataklıkları…

Su kanallarının ve Akçasaz bataklıklarının yarattığı riskler ölümcül sonuçlara yol açardı. Açardı çünkü bataklıklardan kaynaklanan sivrisinekler alınan bütün önlemlere rağmen çocukların ve yaşlıların kanlarını emiyor ve sıtma hastalığını yaymaya devam ediyordu. Akçasaz bataklıkları romanlara da konu olmuştu. Yaşar kemal’in başyapıtı olan ”İnce Memed” adlı romanda, Çukurova köylüsünün ağalığa karşı savaşının yanı sıra, Akçasaz bataklıklarını da ayrıntılı olarak anlatmaktadır.

1950-51 yıllarında Çukurova’daki başlıca tarım, çeltik ve pamuktu. Ceyhan’ın yaklaşık 30 km batısında Kadirli’ye bağlı Akçasaz’ın yanı başında su baskınları sonrasında büyük bataklıklar oluşmuştu. Akçasaz bataklıkları… Çeltik ya da pirinç ekimi kolay olduğu, çok para getirdiği için her yıl daha geniş bir alana çeltik ekilmekteydi. Toprağı sürmek yok, işlemek yok. Topra­ğın yüzüne çeltikleri ekip basıyorlardı suyu. Oluşan bataklıklar bir yandan sivrisineği çoğaltıp halkın sıtmadan kırılıp geçmesine bir yandan da ağalar arasında su kavgalarına yol açıyordu.  Ağalar arasındaki su sorunu çözümledikten sonra halkın sağlığı kimin umurundaydı… 

‘’ Çukurova tekin değildir. Bir uçsuz bucaksız düzlüktür. Bataklıktır, büklüktür, akarsular, ulu denizlerdir. Bulut örneği gelen sivrisi­nekler… Çukurova bir sonsuz aklıktır. Göğe yükselmiş, ulu devler gibi ayağa kalkmış yürümüş, bin bir renkli ulu devlercesine uçan, akan toz direkleridir. Çukurova sarı sıcaktır. Toz dumandır. Sıtmadır, hastalıktır. Sızlayan kemik, akan terdir.’’

Akçasaz sinek, sıtma yaptı. Artık yakınında köy, insan barınamaz oldu. Sıtmadan ölen öldü, kalanlar da başlarını alıp dağlara sığındılar. Çukurova’nın ağır olan havası Akçasaz yüzünden bir kat daha ağırlaştı, yaşanmaz bir cehennem oldu Çukurova. Yazın Akçasaz’ın yanına yanaşmanın mümkünü kalmadı. Ancak kışlağa inen Türkmenler yaklaşabildiler Akçasaza…”

Dünya sineğe sıtmaya boğuluyor, ovada sıtmadan binlerce insan ölüyor, tekmil ovada sıtmadan kimse kalmıyordu, ama para geliyordu. Para geliyordu ya, bütün ova yaz boyunca bataklık oluyordu, varsın olsun… Bir yanda toprak zengini ağalar, diğer yanda topraksız köylülerin bitmeyen kavgaları… Geriye kalan ise ağıtlar ve gözyaşları, eşkıyalık olayları… Biz Karagözler Köyü muhacirleri Yaşar Kemal’in romanlarında anlattığı Çukurova’sını yaşayacaktık.

Sadece biz mi yaşayacaktık, yaşamıştık? Yanıtımız ‘’hayır’’ olacaktı. Çukurova Bölgesi’nde mevsimlik tarım işçiliği 1951’den beri süregelmekteydi. Hasat dönemlerinde başta Maraş ve Urfa olmak üzere çeşitli Güney-Doğu illerinden bölgeye mevsimlik tarım işçileri gelmekteydi. İlk gelenler Bulgaristan muhacirleriydi. Sonra yoksul Güney-Doğu marabaları ve yarıcıları gelmeye başladı. Şimdilerde de Suriyeli muhacirler de durumda bu kervana.

Alınan önlemlerin hiç birisi para etmiyordu. Ne yanan ateş, ne duman, ne çarşaf, ne cibinlik ne de bazılarımızın içine girdikleri çuvallar… Geceleri tepelerinde bir uğultu, iğne gibi saplanan sivrisinek hortumları, insanı çıldırtan kaşıntılar… Sivrisinekler ve sıtma Çukurova’daki mevsimlik işçileri bırakmaz, yeterli bağışıklık sistemi kalmamış olan yaşlıları ve çocukları alır götürürdü öbür dünyaya…

Korunaklı olmayan sazdan yapılmış barınaklarımızda bizi canımızdan bezdiren sivrisineklerin, yılanların, çıyanların ve sıcakların yanı sıra zamansız, aniden bastıran yağmurlardı. Bu yağmurlardır ki zaten yok denecek kadar az olan giysi ve yataklarımızı çamur içinde bırakmaktaydı. Uzaktan seyrettiğimiz Ceyhan garındaki trenlerden yükselen dumanlara çok sinirlendiğimi anımsıyorum. Sinirleniyordum, çünkü aniden bastıran yağmurların nedeninin bu dumanlar olduğunu sanıyordum…

                                                                                             HALİL DEDEMİ KAYBEDİYORUZ…

Yaşar Kemal’in İnce Memed adlı romanında anlattığı gibi ”Sivrisinekler ve sıtma Çukurova’daki mevsimlik işçileri bırakmaz, yeterli bağışıklık sistemi kalmamış olan yaşlıları ve çocukları alır götürürdü öbür dünyaya…”.

Nitekim öyle de oldu. Eylül ayının üçüncü haftası olmalıydı. Her sabah olduğu gibi, yine gözlerimiz çapaklı olarak, zorlukla kalkmıştık biz çocuklar. Kimse pamuk toplamaya gitmemişti. Sanki herkes Halil dedemin çadırı etrafında toplanmıştı. Sessizce ağlayanlar, gözyaşı dökenler, büyük bir hüzün içinde başlarını avuç içne almış olanlar…Neler oluyor diye ben de yaklaştım Halil dedemin çadırına. Babam uzaklaştırmaya çalıştı, neden demiştim. Derken Halil dedemin ”Kurtuldu” ailesinin en küçük ferdi Mustafa dayım ağlayarak ”Halil deden öldü yeğenim.” Demişti.

Bulgaristan Karagözler Köyünden Türkiye’ye göç edip Edirne’de, Bulgar asimilasyonundan kurtulduğu için ailesine ‘’Kurtuldu’’ soyadını alan Halil dedem sivrisinekler ve sıtmadan kurtulamamış ve öbür dünyaya göç etmişti.

Bulgaristan’dan göç ettiğimiz Şubat ayından bu yana Halil dedem ikinci kaybımızdı. Dört ay önce en küçük kardeşimiz Şaban’ı Hasan Köy ’de kaybetmiştik, şimdi de Halil Dedem… Daha kimleri kaybedecektik bu göç yollarında…

Halil dedemin vefatının sabahı pamuk tarlasındaki bütün mevsimlik işçiler ve Karagözler köylüleri pamuk toplama işini paydos ettiler. Ölüm haberi Ceyhan’daki yetkililere iletildi. Gelen yetkililer ölüm raporu düzenlediler. Bizi buralara getiren ‘’elçi’’ bir kamyon tutarak bizleri Halil dedemin cenaze namazı için Ceyhan’a götürdü. Usulüne uygun olarak işlemler yapıldı, cenaze namazı kılındı ve defin işlemi gerçekleşti. Hüzünlenmişti herkes… Boynumuz bükük olarak tekrar dönmüştük pamuk tarlasına…

Share Button