1951 Bulgaristan Göç Anılarım Bölüm 8

Kan ter içinde kalmıştım. Sürekli olarak kendimi  farklı mekanlarda buluyor ve ne yapacağımı bilemiyordum. Bazen kendimi Elbistan Gavur dağlarında stop edip kalkamayan mevsimlik işçi kamyonunda bulurken, bazen de Karagözler köyünde Sakar Balkan eteklerine tırmanırken buluyordum. Derken birden bire Ceyhan Pamuk tarlalarında sivrisinek istilasına uğramıştım. Sineklerden kurtulmaya çalışırken kendimi Osmaniye Cumhuriyet ilkokulunda görmüştüm. Bir öğretmenim sağ elinin üstüne koyduğu 10 kuruşluk parayı bana uzatıyordu. Parayı almak için elimi uzattığımda kendimi Elbistan Hasanköy’de en küçük kardeşim Şaban’ın mezarı başında bulmuştum. Tam bir karabasan yaşamaktaydım. 

Çaresizlik içinde kıvranırken annemin sesini duydum. Döndüm, sisler içinden bana sesleniyordu. Gözümü biraz daha açtım…Yataktaydım…Mersin Göçmen barakalarında ve yataktaydım. Meğer rüya görüyormuşum. Annem ”Kalk artık, babanız Niğde’den geldi, kahvaltı zamanı…” Demişti.

Niğde’de nereden çıktı demiştim kendime gelince. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra anımsadım. Yaz tatilindeydik. Bir hafta önce babam Niğde Misli Köyüne gitmek zorunda kalmıştı. Hazinenin 1952 yılında iskân nedeniyle bize verdiği Misli ’deki tarlalarla ilgi olduğunu söylemişti gitmeden önce. Biz de ‘’hayırdır inşallah’’ Demiştik. Bir hafta sonra babam hayırlı bir sonuçla dönmemişti. 1952 yılında bize verilen tarlaların mülkiyetimize geçebilmesi için beş yıl işlenmesi gerekiyormuş. Aksi takdirde hazineye iade edilecekmiş. Bu nedenle Misli ’ye dönmemiz gerekecekti.

1956-57 Eğitim ve Öğretim yılında, Mersin Kuvayi Milliye İlkokulu dördüncü sınıf başarıyla tamamlanmış ve yaz tatiline girilmişti. Mersin ve okulumuza iyice alışmış, uyum sağlamış ve geniş bir arkadaş çevresi de edinmiştik. Üstelik harçlığımızı çıkarmanın yolunu da öğrenmiş, simit ve halkalı burma tatlı satışlarında bulunmuştuk. Ayakkabı boyacılığını da denemiştik ama verimli olmamıştı. Açıkçası ailemizden para istemek zorunda kalmayacak hale gelmiştik. Özgürleşmiştik yani…

Bor 29 Ekim İlkokulu 

Misli ‘ye dönmemiz gerekiyordu ama köyde üç yıl önce bıraktığımız evden başka bir şeyimiz yoktu. Evimiz de viraneye dönmüş olmalıydı. Diğer taraftan ekili dikili ve hasat edilmiş ürünlerimizin olması gerekiyordu. Oysa evimiz dışında, yakacak saman ve tezeğimiz bile yoktu… Bu koşullarda köye dönmek aç ve perişan olmak demekti…

Mersin’den ayrılıyoruz  (1957-58)…

Babam kendince bir çözüm üretmişti. Niğde ili sınırları içinde olmamızın çözüm olduğunu düşünmüş, köyümüzün yaklaşık 40 km güney-batısında ve Niğde’nin de 14 km güney-batısında olan Bor kazasında iş bularak, Künkbaşı Mahallesinde de ev tutmuştu. Bize yine göç görünmüştü.

Yeni bir mekân, yeni bir ev, okul, arkadaşlar ve tanımadığımız yeni öğretmenler… Başka seçeneğimiz yoktu. 1957 yılı Temmuz ayı ortalarında Bor’a taşındık…

Namdar Rahmi Karatay’ın ‘’Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye’’ şiirinin ilk beşliğinde bir kelimeyi değiştirerek durumumuzu anlatmaya çalıştım…

Basta kavak yelleri estiği günler hani?
Umduğumuz neşeler, şerefler, ünler hani?
Beklenilen alaylı, şanlı günler hani?

Servi gibi ümitler döndü birer iğdeye,
Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye!

 

Niğde Bor günleri, Temmuz 1957…

Gözlerimi kapatıp hayallere dalıyor ve 62 yıl öncesine gidiyorum… Anımsadığım kadarıyla babam Niğde Bor’da Künkbaşı Mahallesi’nde eski bir Rum evi kiralamıştı. Künkbaşı Mahallesi’ni Google haritalarda bulamadım. Google Earth Sokak görüntüleri ile bulmaya çalıştım. Bor sokaklarını gezerken 29 Ekim İlkokulu ile kuzey batısındaki Kayabaşı Camisi ve Kayabaşı Parkına rastladım. Hepsi Sokubaşı Mahallesi’ndeydi. Yanılmış olabileceğim gibi mahallenin adı da değişmiş olmalıydı. Nitekim Misli Köyü’nün adı Konaklı Beldesi olmuştu.

Bor Kayabaşı

Anılarım canlandı birden. Özellikle ‘’Kayabaşı’’ hafızama kazınmıştı… Kayabaşı da gerçekten kayabaşıydı. Volkanik kayalardan oluşan bir seyir terası oluşturulmuştu adeta… Her gamı kasaveti unuttuğumuz, borçların alacak olduğu ve günün yorgunluklarını giderdiğimiz bir yerdi Kayabaşı. Öyle ki Bor’daki birkaç aylık çocukluk dönemimin gözbebeğiydi kayabaşı. 1956 yılında Volkanik kayalardan ve 12 yaşındaki bana göre uçurumlardan oluşan gerçek bir kayabaşıydı. Doğal yapısı bozulmamıştı. Kısa sürede edindiğimiz birkaç arkadaşımızla Güneşin batışını seyredip, hayallere daldığımız bir yerdi Kayabaşı.

Yerleştiğimiz evin bulunduğu yerin ismi konusunda hafızam beni yanıltıyor olabilir. O yıllarda bölgeye Okçu Dağından su ulaşımı künklerle sağlanmış olduğundan, mahallede yaşayanlarca, Künkbaşı olarak adlandırılmış olabilir. Öyle anımsıyorum. Anımsadığım bu yerler günümüzde Sokubaşı Mahallesinde bulunuyor. Sokubaşı Mahallesi Antik Bor’un ilk çekirdeği olan yerleşim birimiydi. Bütün tarih ve tarihi evler bu bölgede bulunmaktaydı.

Babam Necati Bey adındaki bir öğretmenin elma bahçesinde mevsimlik işçi olarak 250 Liraya anlaşmıştı. Bahçedeki hasat bitinceye kadar Necati Beye çalışacaktı. Bahçede ağırlıklı ürün elma olmakla birlikte kiraz, vişne, armut, dut ve ekili sebzeler de vardı. Bahçe Misket elması ağırlıklıydı çünkü bir yüzü kırmızı, diğer yüzü ise sarı ile yeşilimsi bir renk taşıyan ince kabuklu, hoş kokulu bir meyve olan Misket elması en çok Niğde ve çevresinde yetişiyordu. Ülkemizdeki elma üretiminde Niğde üçüncü sırayı almaktaydı.

Meyve, hatta sebze ihtiyacımızın da bir bölümü bahçeden karşılanıyordu, Necati Bey izin vermişti. Sonraki günlerde kardeşimle ben de Necati Bey ile tanıştık. Kitapları olan bir Türkçe öğretmeniydi. Bizimle ilgilenmiş, bizim yaşımıza uygun olan kendi kitaplarından da vermişti. Ayrıca Bor’daki 29 Ekim İlkokulu’na kaydımızın yapılmasında yardımcı olmuş, okul açılmadan ders kitaplarımızı almış ve beşinci sınıfa hazırlıklı olarak okula başlamamız tavsiyesinde bulunmuştu. Böylelikle ilkokul beşinci sınıfın Bor 29 Ekim İlkokulu’nda okunacağı kesinleşmişti. 

 

Bor’da simit satmaya başlıyoruz…

Mersin’de kaldığımız iki yıl boyunca simit satma konusunda uzmanlaşmıştık. Hem ailemizin ekonomisine katkıda bulunuyor, hem de kendi harçlığımızı çıkararak özgürleşiyorduk. Bor’daki simit fırınlarını öğrendik, tanıştık ve belli bir kar üzerinden simit satmaya başladık.

Bor sokaklarında, sabahın erken saatlerinde, ‘’Medine’nin unundan, Borun Okçu suyundan Simiiiiit… Sıcak simiiit.’’ Diye bağırarak simitlerimizi satıyorduk. ’’Medine’nin unundan, Bor’un Okçu suyundan’’ sloganımız önemliydi. Önemliydi çünkü Ahmet Kuddusi Caddesi ile Alpaslan Türkeş Caddesi’nin birleştiği noktada türbesi bulunan ve Bor’un manevi koruyucusu olan Ahmet Kuddusi Hazretlerinin Bor’u Medine’nin bir mahallesi olarak gördüğünü  herkes bilirdi. Sattığımız simitlere manevi değerler yüklüyorduk. Diğer taraftan, 1880’li yıllarda Okçu dağının eteklerindeki Balıkçıl, Dumlu ve kayalı pınarlarından doğan meşhur Okçu suyu künk borularla ve uzun uğraş ve masraflarla Bor çeşmelerine getirilmişti. İçenlerin tadına doyamadıkları emsali bulunmayan bu su kullanılmıştı simitlerin yapımında… Medine’nin unu ve Bor’un Okçu suyu simit satışlarımızı kolaylaştırmıştı.

Simitlerimizi sattıktan sonra bazı günler babamın çalıştığı meyve bahçesine giderek, hem babama yardım eder hem de dalından meyveleri yerdik. Her gün zamanımızın bir bölümünü Türkçe Öğretmeni Necati Beyin verdiği kitapları okumak, alıp bize hediye ettiği beşinci sınıf ders kitaplarından okul öncesi hazırlıklarımızı yapmakla geçerdi. Ne de olsa kurtuluşumuz iyi bir eğitim görmekten geçiyordu. Babam da bu konuda bizi sürekli teşvik ediyordu.

Bor’daki günlerimizin en heyecanlı ve en önemli aktivitesiydi Kayabaşı. Ne zaman hüzünlenir ya da neşelenirsek Kayabaş’ında bulurduk kendimizi. Uzaktan görenler taş yığını bir kayalık derdi Kayabaşı’na. Ama O, sessiz sedasız, başta biz olmak üzere Bor insanlarını bağrında taşır ve teskin ederdi sanki. Bulutlu bir akşam vakti güneşin batışını Kayabaşından seyredenler bilir.  Kırmızı, turuncu ve sarı renkleriyle bir masal ortamı sunar güneş batarken seyircilerine. Etrafa yayılan kızıl ışık huzmelerinin oluşturduğu görsel şölenden etkilenmeyenimiz var mıdır acaba? Ufuk çizgisini yarılayan güneş, yepyeni umutların habercisi edasıyla batarken, yıldızların parlaklığına bırakır geceyi. Günbatımları çok güzeldir, çünkü çok kısa sürer. Henüz seyrine doyamadan bir bakmışız gözden kaybolmuş, başka diyarları aydınlatmaya gitmiş.

Batmakta olan güneşin ön cephesinde, ovada, kayabaşı ile güneş arasında diziler halindeki lahana tarlaları, Okçu dağının romantik görüntüsü ve şehre kadar gelen Okçu suyu ayrı bir lezzet katardı. Kayabaşı anıları hala yüreğimde bir ses, bir nefestir benim için. Dili olsa da söylese…

Bor Niğde

Babamın kiraladığı cumbalı ev, tarihi Rum evlerinden biriydi. Genellikle iki kattan oluşan Rum evlerinin, bulunduğu coğrafya itibariyle, hiçbir yerde benzeri bulunmuyordu. Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş dönemini yansıtan en güzel Rum mimari özelliklerini bu güne taşıyorlardı. Dar sokak aralarındaki eski Rum evlerinin hepsinin duvarları 60 santimetrelik taşlardan yapılmıştı. Sıcak yaz günleri dışarıda ateş gibi yanarken, evlerin içi klimalı gibi serindi. Evimizin bulunduğu sokağın karşı tarafında ise Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’ndan da arkadaşım olan Filiz ve ailesi oturmaktaydı. Annesi Nazmiye abla ile kardeşi Hasan hala anılarım arasındadır.

Bor’daki unutulmazlarım arasında olan Kayabaşı, Bor Belediyesi tarafından ilçeye Kayabaşı Parkı olarak kazandırılmış. Önünden çevre yolunun geçtiği Bor Kayabaşı Amfi Tiyatro alanında binlerce kişinin katılımı ile düzenlenen etkinlikler Borlulara hareketli ve güzel saatler yaşatıyor olmalı. Kayabaşı Parkı bir mesire alanı olarak halkın hizmetine sunulmuş ve yoğun ilgi görmüş. Borlu arkadaşlarım, bahar ve yaz aylarında Kayabaşında güneşin batışını izlemek ve piknik yapmak için yüzlerce vatandaşın Kayabaşına gittiğini söylüyorlar.  Bor Belediyesi tarafından yaptırılan Bor Kayabaşı Park’ta müzikli, ışıklı su dansı, özellikle çocukları büyülüyor olmalı… Ramazan aylarında genç, yaşlı ve çocuklardan oluşan binlerce kişinin izlediği Bor Belediyesi’nin etkinliklerinde, sihirbazlık, dans, cambazlık ve ateş gösterisi yer alıyormuş. Ne mutlu Borlulara…

Namdar Rahmi Karatay’ın “Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye” şiirini bilmeyenimiz yoktur. Şiir aynı zamanda bir deyim ya da atasözü haline gelmiştir. Hikâyesini anımsayalım. Bor önceki dönemlerde kurulan pazarları ile meşhur bir ilçeymiş. Bir köylü yüklü eşeği ile Bor pazarına doğru ilerliyormuş. Kasabanın yakınlarındaki bir çeşmenin başındaki ağacın gölgesinde dinlenmek için mola vermiş. Köyünden çok erken saatlerde çıktığı için orada uykuya dalmış. Uyandığında güneşin iyice battığını gören köylü, acele olarak pazara doğru yola koyulmuş, fakat pazar dağılmıştı. Satışlarını bitirip pazardan dönen diğer köylüler bu durumu görünce ‘’Geçti Bor’un Pazarı sür Eşeğini Niğde’ye’’ demişler. Rivayet bu ya…  

Eski adı Tyana (Tuana) olan Bor Niğde’nin en büyük ilçesiydi.  Antik Tyana güney Kapadokya’nın başkentiydi.  Yaklaşık 14 km güney batısında Melendiz Dağları’nın güney uzantısı olan yüksek bir tepenin güneydoğu yamaç ve eteklerine kurulmuştu. 5 belde, 21 köyün ve 18 mahallenin bağlı bulunduğu Bor’un adı ile ilgili değişik görüşler vardır. “Ekilmemiş toprak ve basit element”, “Yağmurdan sonra, toprağın üstünde meydana gelen tuzlu beyaz tabaka, ekilmemiş arazi” gibi yakıştırmalar olmuş Bor’un adı için. 

Bor ilçesi şu anda bağlı bulunduğu Niğde’nin tarihinden daha eski tarihe sahip, daha zengin arkeolojik kazılara yataklık eden bir ilçedir. Aslında bunun nedeni ise Bor ilçe merkezine 8 km uzaklıkta bulunan Kemerhisar beldesidir. Yapılan bilimsel araştırmalar Kemerhisar bölgesinin Niğde ve Bor’dan önceki ilk yerleşim yeri olduğunu ve insan topluluklarının hayat mücadelesinin tarih öncesi devirlerde bu topraklarda verdiğini göstermekteydi.

Akıncı ailesi olarak biz hayat mücadelesini günümüzde veriyorduk. Baban Necati Beyin elma bahçesinde, biraz kendini toparlamış olan annem yemek, çamaşır, bulaşık, ev temizliğinin yanı sıra bazen bahçeye giderek babama yardımcı olurdu. Ben ve kardeşim öğleye kadar simit satarak, öğleden sonra okula ön hazırlık yaparak ve bazen de babama yardım ederek hayat mücadelemizi sürdürüyorduk.

 

İlkokul 5. Sınıfa başlıyoruz, Eylül 1957…

Yaz tatili bitmiş, Eylül ayının üçüncü haftasında okullar açılmıştı. 29 Ekim İlkokulu’nda 1957-58 Eğitim ve Öğretim yılında beşinci sınıfa başlamıştık. Okul arkadaşlarımız ve öğretmenlerimiz bize yabancıydı. Huyunu suyunu bilmediğimiz bu yeni çevreye uyum sağlamakta gecikmedik. Necati Bey tarafından önceden alınan ders kitapları ile ön hazırlığımızı yapmıştık Necati beyin tavsiyesine uyarak. İlk haftalarda öğretmenlerimizin bütün sorularına doğru yanıtlar vermiş ve sorularda ellerimiz hep havada olmuştu. Ekim ayının ortalarına doğru kardeşimle ben sınıfın en iyi öğrencileri olmuştuk. Öğretmenlerimiz de bizim farkımıza varmışlar ve uyum sorunumuz ortadan kalkmıştı.

Okulda kendimizi kanıtlamış olduğumuzdan, okul öncesi ve hafta tatillerinde simit satışlarımız devam ediyordu. Bu arada meyve bahçelerinde hasat sona ermiş, babam yine işsiz kalmıştı. Kasım ayı ortalarında tarlalarımızın bulunduğu Misli/Konaklı köyüne gitti. Geri döndüğünde yüzü asık ve morali bozuktu. ‘’Hayrola Baba…’’ Demiştik. Babam da ‘’Nasıl söylesem Bilmem?’’ Deyip, uzun süre sustuktan sonra ‘’Misli ’ye gitmek zorundayız çocuklar.’’ Demişti. Başımızdan kaynar sular dökülmüş gibi olmuştuk. ’Yine mi Göç’’ Demiştik…

Babamın üzülerek yaptığı açıklamaya göre hazine yetkilileri köye dönmemiz konusunda ısrarcı olmuşlardı tarlaların mülkiyeti için. 1953 yılında İlkokul birinci sınıfa başladığımız Niğde Misli Köyü’ne 1957 yılının Kasım ayı sonlarında, beşinci sınıf birinci yarıyıl ortalarında tekrar gelmiştik. Yine yeni bir arkadaş çevresi, yeni öğretmenler ve uyum sorunları… Babam bizi köye yerleştirip, kış için yiyecek ve yakacakla ilgili bazı sorunları çözdükten sonra, çalışmak üzere tekrar Mersin’e gitmişti. Annem, kardeşim ve ben köyde kalmıştık tarlalar için. Kalmıştık kalmasına ama iki yıl sonra tarlalarımız yine de hazineye devredilmişti koşulları yerine getiremediğimiz için…

                        

Aralık 1957, İkinci kez Misli Köyündeyiz…            

Misli’de ilkokul birinci sınıfı bitirdikten sonra sırasıyla ikinci sınıfı Osmaniye Cumhuriyet İlkokulu’nda, üçüncü ve dördüncü sınıfları Mersin Kuvayi Milliye İlkokulu’nda okumuştuk. Beşinci sınıfa da Bor 29 Ekim İlkokulu’nda başlamıştık. Ancak tamamlayamamıştık. Misli’de bize verilen tarlaların mülkiyetimize geçebilmesi için beş yıl işleme zorunluluğu varmış. Hazine yetkilileri öyle söylemişlerdi babama. Tarlaları kurtarabilir miyiz diye, ilkokul beşinci sınıfın yaklaşık ilk üç ayını Bor 29 Ekim İlkokulu’nda okuduktan sonra, Misli’ye dönmek zorunda kalmıştık.

Yıl 1957, Aralık ayı başları…4 yıl sonra Misli’ ye dönmek… Demek yeni bir arkadaş çevresi, yeni öğretmenler ve uyum sorunları… Demek. Yakıtsız, odunsuz bir kış geçirmek. Demek.  Kardeşimle ben bunları düşünürken Babam bizi köye yerleştirip, yiyecek ve yakacakla ilgili bazı sorunları çözdükten sonra, çalışmak üzere tekrar Mersin’e gitmişti. Annem, kardeşim ve ben köyde kalmıştık tarlalar kurtarabilmek için. İlk günler çok zor geçmişti. Bor ve Kayabaşı’nı özlüyorduk. Özlüyorduk çünkü ne zaman hüzünlensek ya da neşelensek kendimizi Kayabaşı’nda bulurduk. Hafif bulutlu bir akşamüzeri batarken Ufuk çizgisini yarılayan güneş, yepyeni umutların habercisi edasıyla yıldızların parlaklığına bırakırdı geceyi… Geceler bile umut doluydu Kayabaşı’nda… Misli’ de umutsuz başlamıştık günlere ve okula…

Köyde eğitim ve öğretim yönünden pek fazla değişmemişti dört yıl öncesine göre. Bu kez dördüncü ve beşinci sınıflar aynı sınıfta ders görüyorlardı. Öğretmenimiz hafızama kazınmış olan rahmetli Bayezid Tuna idi… Dördüncü sınıflar ders yaparken beşinci sınıflar ödev yapmaktaydı. Bu uygulamanın olumlu bir yönü vardı, evde ödev yapmak zorunda kalmıyorduk. Kalan zamanlarımızı kitap okuyarak ve köyün mağaralarını keşfederek değerlendiriyorduk. Kapadokya yöresi ve Misli Köyü kaynaklı bazı kitaplar da vermişti öğretmenimiz.

Yine de Misli ’deki okulumuza uyum sağlamamız kolay olmuştu. Olmuştu çünkü Bor’da babamın bahçesine baktığı Türkçe Öğretmeni Necati beyin bize verdiği kitapları okumanın yanı sıra, okul açılmadan aldığı ders kitaplarını da gözden geçirerek okula hazırlıklı olarak başlamış olmak bizi sınıfın en iyileri arasına sokmuştu.  Misli ’ye de hazırlıklı gelmiştik yani… Üstelik köydeki öğrencilere göre bilgi yönünden de daha iyi olduğumuzu görmüştük. Okulumuzun Başöğretmeni ve bizim de sınıf öğretmenimiz olan Bayezit Tuna’nın dikkatini çekmiştik. Dikkatini çekmiştik ki bizimle özel olarak ilgilenmiş, hem okulun hem de kendi kitaplığından bize uygun kitaplar vermeye başlamıştı.

Misli ‘ye geldikten bir buçuk ay sonra yarıyıl tatiline girmiştik. Hem benim hem de kardeşimin bütün notları ‘’Pekiyi’’ idi. Bayezit Tuna öğretmenimiz bizi öpmüş, tatilde okumamız için birkaç tane de kitap vermişti. Bu arada babamdan da hem mektup hem de bir miktar para gelmişti. Durumuyla ilgili ayrıntılı bilgi yoktu mektubunda. Olamazdı da okuma yazması oldukça azdı çünkü.

Oldukça karlı bir kış mevsimindeydik. Misli Ovası dağlarla çevrili olup, kara iklimi kuşağındaydı. Deniz seviyesinden 1200 metre yüksekte olan dağlarla çevrili ova oldukça soğuk rüzgârların etkisindeydi. Yüksekliği ve dağlarla çevrili olması denizlerden yükselen su buharlarının bölgeye geçişine engeldi. Yazları sıcak ve kurak, kışları ise soğuk ve kar yağışlıydı. Evlerimizde yakacak olarak saman ve tezek vardı. Saman alevi gibi deyimi tam da bizim evler için geçerliydi. Hareketsiz kaldığımızda üşüyorduk. Hareket etmeliydik, ediyorduk ve plastik leğenlerle kızak kayıyorduk.

Günler yel gibi geçip gidiyordu. 1958 yılına girmiş, okullarda ikinci yarıyıl başlamıştı. Sınıf öğretmenimiz Bayezit Tuna bizimle biraz daha fazla ilgilenmeye başlamıştı. Ders bittikten sonra da bizi okulda bırakarak yatılı okulların sınavlarına hazırlamaya başlamıştı. Var gücümüzle çalışıyor, yatılı okul sınavlarını mutlaka kazanmak istiyorduk. İvriz İlköğretmen Okulu ile Köy Enstitülerini ilk kez Bayezit Tuna öğretmenimizden duymuştuk. Köy Enstitülerini anlata anlata bitirememişti. İvriz İlköğretmen Okulu rüyalarımıza girmeye başlamıştı. Rüyalarımıza giriyordu çünkü İvriz kurtuluşumuzdu.

Derken okulda ikinci yarıyıl bitmiş, önce karnelerimizi sonra da İlkokul Mezuniyet Diplomalarımızı almıştık. Köyde yapılacak pek fazla bir şey yoktu. Beşinci sınıf ders kitaplarımızı bir kez daha gözden geçirmek ve yatılı okul sınavlarına hazırlanmamız gerekiyordu. Öyle de yaptık…

Share Button