1951 Bulgaristan Göç Anılarım Bölüm 5
NİĞDE MİSLİ KÖYÜNE İSKÂN EDİLİYORUZ…
Yeşilova’da günler, haftalar, aylar geçmiş ve 1952 yılına girilmişti. Ilıman bir iklime sahip olan Çukurova’da ve Yeşilova’da ekim-dikim zamanı gelmişti. Eli ayağı tutanlar ve hatta 8 yaşına girmiş olan ben de köydeki tarlaların ekim-dikime hazırlık çalışmalarına katılmış, çapa yapmış, fidelerin dikiminde çalışmıştım. Nafakalarını kazanmak için bütün gayretimizle çalışan bizler, Yeşilova’ya yakın yerlere de işe gidiyorduk. Bu arada Ömer Dayı da bizlerin göçebelikten kurtulması için yetkililerle temas ediyordu. Uzun uğraş ve araştırmalardan sonra biz Karagözler köylülerinin Niğde’nin Misli Köyü’ne iskân edildiğini öğrenmiştik. Bize göç görünmüştü yine…
Yeşilova tren istasyonuna yakındı. Göç için en uygun ulaşım yolu kara trendi. Üstelik, Adana-Mersin arasındaki Yenice tren istasyonundan aktarmalı kalkan trenler de Ulukışla-kayseri arasındaki Hüyük tren istasyonundan geçiyordu. Misli Köyü de Hüyük’ten yaklaşık 6 km kuzey-batıdaydı. Bir kez daha kara tren vagonlarıyla yolculuk görünmüştü. Bize kucak açıp barınma yeri veren, başta Ömer dayı olmak üzere, Yeşilova köylülerine şükranlarımızı sunduktan sonra helalleşip vedalaştık. Ömer dayı da bizi traktör römorkuyla tren istasyonuna bırakıp, eşyaları yüklememize yardımcı olmuştu.
MİSLİ KÖYÜ, TEMMUZ 1952…
1952 yılının koşullarında yaklaşık 350 km’lik yolculuğumuz iki gün sürmüştü sanıyorum. Hüyük istasyonunda indirilen eşyalarımız, bir süre sonra Misli Köyünden temin edilen öküz ya da at arabalarıyla köye taşınmıştı.
Yeşilova Köyünden sonra Misli Köyü bizi hayal kırıklığına uğratmıştı. Köye girdiğimizde tek bir dikili ağaç göremediğimiz gibi, sanki terk edilmiş ve unutulmuş bir yerleşim birimi havası ile karşılaşmıştık. Akarsu ve dere oluşumlarına rastlamadığımız köyde taş ve kumdan başka bir şey yoktu. Eşyalarımızı indirdiğimiz bölgede yer altı mağaralarının bulunduğunun farkına varmıştık bir süre sonra.
Köyde bize tahsis edilecek evler de yoktu. Geçici barınma yerleri olarak yine çadırlarımızı kurduk. Un çuvalları ve tandırlar ortaya çıktı. Ateş yakmak için de, odun, çalı çırpı olmadığı için, hayvan dışkısı ve samandan yapılan tezekler kullanıldı. Köydeki Selanik muhacirleri, elverdiğince bizlere yardımcı olmaya çalışmışlardı.
Misli Köyüne taşındıktan bir süre sonra Niğde’den göçmenleri organize etmekle görevli olanlar gelmişti. Aile reislerine ev yapımında kullanılmak ve hiç olmazsa 6 ay yaşamımızı idare ettirecek kadar nakit para verdiklerini öğreniyoruz. Sonraki yıllarda geçimizi sağlasın diye de, kişi başına 25 dönüm olacak şekilde, Misli Ovasından tarla vermişlerdi. Biz dört kişilik aile olduğumuzdan 100 dönüm arazi düşmüştü.
1926 yılına kadar bir Rum Köyü olan Misli ‘ye Rumlar Misthi diyorlarmış. Terkedilmiş görünen köyün sakinleri 1924 yılı Nüfus Mübadelesinde Selanik’ten göçen Türklerin bir bölümü oluşturuyordu. Bir bölümü oluşturuyordu çünkü bir bölümü de çalışmak için başta Çukurova olmak üzere diğer illere gitmişlerdi. Yıllar sonra bir bölümünün de Yunanistan’a geri döndüğünü öğreniyoruz.
Aile büyüklerimiz başımızı sokacak yer sorununu çözmeye çalışırken biz çocuklar da köydeki mağaraları keşfetmenin peşindeydik. mağaralar oyun alanımız haline gelmişti. En popüler oyunumuz saklambaçtı. Büyüklerimizin uyarısına rağmen, bazen kaybolacak kadar derinlerine gidiyorduk mağaraların… Bir süre sonra oyun alanımız oldukça büyük ve heybetli bir yapı olan Rumlardan kalma kiliseye kaydı. Bakımsız kalmış bu devasa yapının İstanbul’daki Ayasofya’dan sonra en büyük Rum Kilisesi olduğu ortaya çıkacaktı.
Biz çocuklar Misli Köyünü ve gizli hazinelerini keşfetmeye çalışırken, başta babam olmak üzere, Karagözler muhacirleri seçtikleri yerlerde kendi evlerini yapmaya başlamışlardı. Köyde işlenebilir taş boldu. Ayrıca kerpiç de dökmüşlerdi. Niğde Valiliği tarafından ev yapımında kullanılmak üzere verilen paranın bir kısmı ile ustalar da bulunmuştu. Sanıyorum 20-25 gün gibi kısa bir sürede, bakanlıkça belirlenen bir plan dâhilinde, evlerimiz bitmişti.
Evlerimiz yapıldıktan bir süre sonra taş duvarlarla çevrilerek kapalı avlular oluşturulmuştu. Bizim avlumuz içerisinde girişi engelsiz olan bir mağara da vardı. Olması iyiydi, iyiydi çünkü edineceğimiz hayvanların barınma yerlerini şimdiden sağlamıştık. Diğer taraftan köylerde ‘’kenef’’ adını verdiğimiz tuvaletler evin dışında, hiç olmazsa 10-15 metre uzakta olurdu. Bu tür tuvaletlere boşaltım çukurları açılırdı. Babam mağaraya bir delik açarak bu sorunu çözmüştü diye hatırlıyorum sisler arasında.
MİSLİ VE KAPADOKYA BÖLGESİ…
Misli Köyünün bağlı bulunduğu idari birim Niğde Kapadokya bölgesinin bir parçasıydı. Bölgenin diğer şehirleri arasında Nevşehir, Aksaray, Kayseri ve Kırşehir bulunmaktaydı. Daha dar bir alan olan kayalık Kapadokya Bölgesi ise Uçhisar, Ürgüp, Avanos, Göreme, Derinkuyu, Kaymaklı, Ihlara ve çevresinden ibaretti. Tarihî kaynaklar Misli ‘nin de bir yeraltı yerleşim bölgesi olduğunu yazıyordu. Bu yer altı şehrinin üzerinde 19. Yüzyıla ait Aziz Vlasios Rum Kilisesi bulunmaktaydı.Derinkuyu Misli ‘ye yaklaşık 25 km uzaklıkta olup, Kapadokya’daki diğer örnekleri içerisinde en geniş, en derin ve en gelişkin yerleşim alanıydı.
Bilindiği gibi Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluk dönemlerini yaşamış Kapadokya yöresinde, doğal güzelliklerle içiçe geçmiş sayısız tarihî kilise bulununuyordu. Misli ’deki Rum Kilisesi de bunlardan biriydi. 1844’te Aziz Vlasios adına yaptırılan kilise, köyün zengin geçmişinin tanığı olarak öylece terkedilmiş halde duruyordu. M.S. 280-316 yılları arasında Sivas’ta yaşamış olan Aziz Vlasios, 20. yüzyıl başlarına kadar Müslümanlarca bir evliya makamı muamelesi görmüş biriydi.
Her zaman meraklı biriydim, hala da öyleyimdir. Öğrenmenin itici gücünün merak ve sorgulama olduğunu küçük yaşta öğrenmiştim. Kilise ve mağaralar da merakımı uyandırmıştı. Köyde kalabilmeyi başarmış bazı güngörmüş ve bilgili Selanik göçmenlerinden edindiğim bilgiler göre Kilisede hâlâ yerinde kalabilmiş en önemli belge Grek harfleriyle Türkçe yazılmış iki kitabeydi.
Kesme taştan yapılmış Misli ‘deki bu görkemli ve gösterişli Aziz Vlasios Kilisesininde bulunan yazıtlar Kapadokya bölgesinde bulunan yazıtlardan çok farklıydı. Kaligrafik açıdan da Bizans kaligrafisini andıran özellikler göstermekteydi. Kitabelerin birinde Padişah Abdülmecid’in koruyuculuğunu öven, kilisenin mimar Kalfa Kiryako tarafından Konya Metropoliti loakim’in ruhani liderliğinde inşa edildiğini anlatan, bütün Ortodoksların layık oldukları cennete gitmelerini temenni eden sözler yer aldığını söylemişti köydekiler.
Sonraki yıllarda gezme fırsatı bulduğum Kapadokya bölgesi, tarih boyunca, çok sık saldırılara uğramış. Kapadokya’da yaşayanlar özellikle Bizans, Roma, Arap saldırılarından kaçmak için yer altı şehirleri inşa etmişler. Bölge halkının yer altı geçitlerini yaygın bir savunma sistemi olarak kullanmaları, Kapadokya Yeraltı Şehirleri’nin daha da eskilere, hatta tarih öncesine giden bir geçmişi olduğunu öğrenecektim yıllar sonra İvriz’deki tarih Öğretmenim Hüseyin Seçmen’den.
İstilacılarla bölge halkı arasında yaşanan yüzlerce yıllık bir kaçma kovalama sürecinin sonunda Kapadokya’nın yer altı dünyası, neredeyse kusursuz bir savunma mekanizmasına dönüşmüştü. Yeryüzündeki kiliseler yer altına taşınmış ve Kapadokya’nın yer altı kentleri giderek yasak dinlerin manastırları haline gelmişti. Yeryüzünün derinliklerinde sürdürülen inziva hayatlarını rahatsız edecek her türlü izinsiz giriş için ince önlemler düşünülmüştü. Duvarlarına kandil ve mum koymak için oyuklar açılmış, kandiller için dışarıdan bezir yağı getirilerek ısınma sorunu da bu şekilde çözülmüştü.
Tam sekiz katı olan ve 85 metre derinliğe inen Derinkuyu Misli’den 25 km kuzey-batıda bulunmaktaydı. Misli yeraltı şehrinin Derinkuyu ile bağlantısı olduğu söylenmişti köylüler tarafı. Derinkuyu Yeraltı Şehri’nde yaşama alanları, mutfak ve yemekhaneler, ahırlar ve şırahaneler, hatta bunların yanı sıra diğer yeraltı şehirlerinde bulunmayan bir Misyoner Okulu bile bulunmakta olduğu tarihi kayıtlarda yer almaktaydı. Derinkuyu Yeraltı Şehri’nin bir başka ilginç özelliği de 55 metre derinliğe kadar inen su kuyularının havalandırma bacaları olarak kullanılmasıydı.
MİSLİ KÖYÜNDE YAŞAM…
Köy nüfusu azdı. Herkes birbirini tanırdı. Selamsız sabahsız geçilmezdi. Selanik, Bulgaristan, Romanya muhacirleri ve yerlilerin kız alıp vermelerden dolayı birbiriyle harmanlanmış bir kültüre sahipti. Kız görme, kız isteme, peşkir alma, sini gibi düğün öncesi gelenekler sürmekteydi. Düğünler Cuma günü başlar, Cuma akşamı gelin kınası yakılırdı. Damat tıraşı Cumartesi öğlen yapılır, damat tıraşından sonra da damat tarafı gelin evine mendil almaya giderdi. Kadınlar Cumartesi gecesi yöresel kıyafetlerini giyerler, eğlence düzenlenir ve oynanırdı. Pazar günü öğleden sonra gelin alınırdı. Düğünün birinci günü geleneksel olarak keşkek pişirilir ve davetlilere ikram edilirdi.
Gelenek ve göreneklerine çok büyük önem veren köy halkı Arife günleri ikindi namazından sonra imam eşliğinde toplu olarak mezarlıkları ziyaret eder imamlar dualarını yaparlardı. Arife günleri Selanik kapama ekmeği ve Bulgaristan kolacı pişirilir ve bayram sabahı yenirdi. Bayram sabahı, bayram namazından sonra ilk bayramlaşma camilerde yapılırdı. Evlerde aile bireyleri bayramlaşıp, yemeklerini yedikten sonra çocuklar komşularla bayramlaşmak için sokaklara dökülürdü. Çocuklar kapı kapı gezerek çörek, şeker ve para toplarlardı. Bayramlarda komşular eş dost yakın akrabalar ziyaret edilir, bayram akşamı da kayın baba tarafına ziyafet yemeğine gidilirdi.
Diğer Anadolu köylerinde olduğu gibi Misli’de de cenazeler cenaze ve defin işlemleri çok önemsenirdi. Önceikle ölüm cenaze salasıyla duyurulurdu. Defin işlemi ve sonrasında cenaze sahibine her konuda büyük bir destek sağlanmaktaydı. Defin işleminden sonra cenaze yakınları mezarlık çıkışında durur ve kasaba halkı burada baş sağlığında bulunurlardı. Cenaze evinde 7 gün süresince kadınlar ve erkekler tarafından Kuran okunurdu. Yedinci günü de yemek verilir, mevlit okunurdu. Cenaze evinde 7 gün süresince yemek hazırlanmaz komşular ve köy halkı tarafından hazırlanarak cenaze evine götürülürdü.
İmece kelimesinin hayata uygulandığı yerdi Misli Köyü. Kendi yiyeceği buğdayını, arpasını, patatesini ekerdi. Emeksiz yemek olmaz deyimince alın teri dökülürdü. Ekinler beraber biçilir, harmanlar beraber kaldırılırdı. Sapı samandan ve taneden ayırırlardı. Hamurunu yoğurur, tandır ekmek sacını kurarlardı. Ekmek yaparlar, yer sofrası kurarlar, kuru yavan acı soğan demezlerdi. Halil İbrahim bereketine inanılır, sofradan şükür ile kalkılırdı. Çocuklar “Ananın ekmeğine kuru, ayranına duru” demezdi.
Kar korkusu kışı zehir etmezdi. Karların mikrobu kırdığı bilinirdi. Karlı geçen yılın baharında kırlar bereketlenirdi. Kış gecelerinde soba kenarında, koyu çay sohbetleri yapılırdı. Kızlar çeyizleri için el emeği göz nuru döker, işleme yapardı. Mendil kenarları işlenir, her renge bir anlam yüklenirdi. Köyün, köylü olmanın anlamıydı bu. Eleğim sağma dedikleri gökkuşağı gibi hayatın her rengini taşırdı Misli Köyü sakinleri…
Biz çocuklara gelince…Mağara keşifleri ve köydeki Rum Kilisesinde gerçekleştirilen saklambaç oyunlarının dışında, bazen büyüklerimizin de katıldığı, ‘’beş taş’’ ve ‘’kemik aşık’’ popüler oyunlarımızdı. Zaten yapacak başka bir iş de yoktu. Bilgisayarların ve akıllı telefonların günlük yaşamı etkisi altına almadığı bu dönemlerde, sokak aralarında ve köy meydanında oynanan beş taş ve aşık oyunu, artık unutulan oyunlar arasında yer alıyor.
Bazen evde bile oynadığımız ‘’beş taş’’ oyununda sağ elimize sığacak şekilde alınan 5 taş, iki avuç arasına alınarak ani bir hareketle yere bırakılırdı. Yere yuvarlanan taşlardan bir tanesi alınarak sağ elle havaya atılırdı. Taş havada iken yerdeki taşlardan biri sağ elle alındıktan sonra havadaki taş sağ elle yakalanırdı. Bu işlem dört taş için ayrı ayrı yapılırdı. Yerdeki taşlardan biri alınırken el diğer herhangi bir taşa dokunursa, havaya attığı taşı yakalayamaz yere düşürürse, havadaki taşı kapmak istediği sırada yerden aldığı taşı düşürürse oyuncu sırasını kaybederdi. Diğer oyuncu şansını denerdi.
Sadece ev dışında, büyükler tarafından da oynanan diğer oyun ‘’kemik aşık’’ daha da popülerdi. Koyun ya da keçi gibi küçük baş hayvanların arka ayaklarında bulunan aşık kemiğinin kullanılarak oynanan ‘’aşık oyunu’’ Türklerin tarihi oyunlarından biriydi. Oyun ile Türk kültürü ile o kadar iç içe geçmiştir ki “aşık atmak” deyimi hala günümüzde bile kullanılmaktadır. “Tavla oyunu konusunda benimle aşık atamazsın’’, ‘’benimle aşık atmaya kalkma’’ deyimlerinde kullanılan “aşık atmak’’ bu konuda benimle boy ölçüşemezsin anlamında kullanılmaktaydı. Hala da öyledir…
Köyde 8-10 kişinin rahat edebileceği büyükçe bir alana çizilmiş bir daire içerisine oyuna katılmak isteyen her oyuncu eşit miktarda kemik aşık dizerdi. Oyuncular sırasıyla, enek aşık adı verilen özel seçilmiş kemikleriyle daire içindeki aşıkları vurarak dışarı çıkarmaya çalışırdı. Atışlar daireye en az 5 metre uzaklıktan çizilmiş bir çizgi arkasından yapılırdı. Oyuncu aşığı vurarak daireden dışarı çıkartmışsa artık o aşığın sahibiydi. Ve atış sırası hala o oyuncudaydı. Vuruş yapılamamış ve dışarı çıkarılamamış ise sıra diğer oyuncuya geçerdi.
MİSLİ KÖYÜNDE EKİM DİKİM VE HASAT…
Arada sırada bizim bazı oyunlarımıza katılan büyüklerimizin daha önemli uğraşları vardı mevsimlerin belirli dönemlerinde. Eylül ayları tarlaların ekime hazırlık ayları olurken, Ekim ayları da arpa ve buğday ekim aylarıydı. Ailelerin yıllık geçimlerini sağlayacak gelirleri ekilip, biçilecek tarlalardan sağlanıyordu. Gerek Selanik muhacirleri gerekse biz Bulgaristan muhacirlerinin atadan dededen kalma meslekleri çiftçilikti. Bu yüzden bizlere, köyden göç eden Rumların arazilerinden, ekim yapılacak tarlalar vermişlerdi.
Kara iklimi kuşağındaki Misli Ovası deniz seviyesinden 1200 metre yüksekteki dağlarla çevrili olup, oldukça soğuk rüzgârların etkisindeydi. Yüksekliği ve dağlarla çevrili olması denizlerden yükselen su buharlarının bölgeye geçişine engeldi. Yazları sıcak ve kurak, kışları ise soğuk ve kar yağışlıydı. Bozkır özelliğine sahip ovada bazen kuraklık afeti olurdu. Tarımsal ürünlerin yetişme döneminde yağışların yeterince düşmemesi ya da zamanından geç düşmesi tam bir kuraklık afeti olarak kendini göstermekteydi.
Köyümüzün yer aldığı Misli Ovasında ekonomik değer açısından en önemli ürünün patates olduğunu öğrenecektik sonraki yıllarda. Oysa biz 1952 yılının Ekim ayında 40 teneke buğday ekmiştik. Tarlalarımıza 40 teneke buğday ektiğimiz 1952 yılını 1953 yılına bağlayan dönemde Niğde Misli Ovası öyle bir kuraklık yaşadı ki…Tarlalarımızdan yaptığımız buğday hasadından elimize geçen buğday miktarı 40-50 teneke civarında olmuştu. Hasadın samanı bize kar kalmıştı. Büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştık. Bu sonuç ekonomik açıdan ailemizi büyük sıkıntıya sokacaktı.
Hani derler ya ‘’ot yok ocak yok’’ diye. Aynen öyle bir durumdaydık. Evimiz vardı ama önümüzdeki yılı geçirecek yiyeceğimiz yoktu. Rahmetli babam buğday hasadından sonra tekrar Osmaniye’ye gitmek zorunda kaldı iş bulmak için. Annem, kardeşim Mustafa ve ben köyde kalmıştık.
Ne zaman düze çıkacaktık, çilemiz ne zaman sona erecekti? Göreceğiz bakalım, Gün ola harman ola demiştik…
MİSLİ’DE İLKOKULA BAŞLIYORUZ, EYLÜL 1952…
Misli ‘de ikinci yıla girmek üzereydik. Bu arada benim yaşım 9 kardeşiminki de 8’e merdiven dayamıştı. Okula başlama çağımız gelmiş, geçmek üzereydi. Hatırladığım kadarıyla köyde tek odalı bir öğretmen evinin de bulunduğu iki derslikli bir ilkokul vardı. Okulun Başöğretmenliğini de yapmakta olan bir öğretmenin bulunduğunu anımsıyorum. Misli İlkokulu’na kaydımızın yapılması gerekiyordu. Babam çalışmak için Osmaniye’ye gitmişti. Başımızın çaresine bakmak zorundaydık. Bereket okuldaki Başöğretmen bu tür durumlara alışık olduğundan, köy muhtarının da yardımıyla ilkokul çağındaki bütün çocukların kaydını yapmış, okumanın erdemini saatlerce anlatmıştı.
Sanıyorum 1953 Eylül ayının son haftasında okula başladık. Başlangıçta ayakkabımız yoktu. İç çamaşırımızın olmadığı kara şalvarlarımız ve mintanlarımız vardı. Defter kalem gibi gerekli kırtasiye malzemelerinin de kaydımızı yapan öğretmenimiz tarafından sağlandığını hatırlıyorum. Nasıl sağladığı konusunda hala hiçbir fikrim yok. Belki de Köy Enstitüsü kökenli o yıllardaki öğretmenlerimiz kendi maaşlarıyla bu tür girdileri sağlıyorlardı. Her ne olursa olsun, ekonomik yönden sıfırı tüketmiş olan biz köy çocuklarının yardımına koşmuşlardı her zaman. Onlara minnet borçluyuz…
Kardeşimle birlikte aynı sınıftaydık. Bulunduğumuz derslikte birinci, ikinci ve üçüncü sınıflar birlikte ders yapıyorduk. Zaten fazla öğrenci de yoktu, derslik üç sınıfı da bünyesinde barındırıyordu. Öğretmenimiz birinci sınıflar olan bizleri yetiştirmeye çalışırken ikinci ve üçüncü sınıflara ödev vermiş oluyordu. İkinci sınıflarla ders yaparken de birinci ve üçüncü sınıflar ödev yapıyordu seslerini çıkarmadan. Birinci sınıfta olan bizlerle daha çok ilgilenen öğretmenimiz bir an önce okuma ve yazmayı söktürmeye çalışıyordu. Bizler de bütün gücümüzle gayret ediyorduk. Ediyorduk çünkü okumak, iyi bir eğitim görmek kurtuluşumuz olacaktı. Öğretmenimiz var gücüyle çalışıyor, bizleri teşvik ediyordu. Ediyordu da evlerimizdeki çalışma koşullarımız nasıldı? Biraz da evlerimizdeki koşullardan söz etmem gerekiyor.
Göçebe ailelerin yemek ve çalışma masaları olmazdı. Yemek yer sofrasında yendiği gibi ders çalışma da yerde, yüzükoyun yatılarak yapılırdı. Sonraki aylarda her nasılsa plastik bir leğenin ters çevrilerek ders çalışmamıza katıldığını anımsıyorum. Evlerimizde elektrik de olmadığından fitilli gaz lambaları gece aydınlatmalarımızı sağlardı. Yaz aylarında karanlık basmadan ödevlerimizi bitirirdik. Kış ayları gaz lambalarına ihtiyacımız olurdu. Yeni kuşakların pek bilemeyeceği gaz lambaları beş parçadan oluşurdu. En altta küçük bir gaz tankı, hemen üzerine eklenmiş bir gaz ayar çarkı, çarkı da içine alan gaz deposu, çarkın içinden geçerek şişenin içine giren yassı bir fitil ve en üstte, alevi koruyacak ince ve kırılgan gaz lambası şişesi.
Türkiye’ de 1800’lü yılların sonlarına doğru ev, dükkân ve kahvehanelerde gaz lambaları ile aydınlatma yapıldığını öğrenmiştim sonraki yıllarda. 1900’lü yılların ortalarında Türkiye’de beş milyona yakın gaz lambası tankı ve şişesi üretildiği söylenmişti. Ancak bu tarihlerde üretimine devam edilen bir diğer gaz lambası çeşidi daha vardı. Bunlar şişesi olmayan, ancak yine gaz yardımı ile ateşlenen lambalardı. Bu tip lambalar, içine gaz konulan bir tanktan, fitilin dışarı uzanmasına yarayan delik veya deliklerden oluşur ve daha çok ‘kandil’ adıyla anılırdı.
Kara ikliminin hüküm sürdüğü kış ayları Misli Köyünde oldukça zorlu geçerdi. Bir giriş ve iki odamızın olduğu evimizde bulunan sobamızda yakıt olarak saman ya da tezek kullanıyorduk. Tezek, yakıt olarak kullanılan kurutulmuş sığır dışkısıydı. Genelde büyükbaş hayvanların dışkısı henüz sıcakken, yani hayvan dışkıyı bırakır bırakmaz kolay tutuşsun diye içine biraz ot, saman karıştırıldıktan sonra iki el kullanılarak hamur açar gibi düzleştirilip yuvarlaklaştırılır ve daha sonra kuruyunca kolayca kaldırılabilsin diye düz bir zemine çoğunlukla da ev duvarlarına yapıştırılırlardı. Hayvanlarımız yoktu. Okul açılmadan önce köyün büyükbaş hayvanlarının peşinde dışkılarını toplamıştık biraz. Buğday hasadından bize kar kalan samanla karıştırarak biraz tezek yapmıştık.
Çok mecbur kalmazsak günde bir defa soba yakardık idareli kullanalım diye. Sobaya attığımız tezek 15-20 dakika sonra ömrünü tükettiği gibi ürettiği ısı enerjisi de 45-50 dakika etkisini sürdürürdü. Bu süre içerisinde ödevlerimizi bitirirdik. Bitiremezsek yatağın içinde tamamlardık. Bir diğer sorunumuzda kandil ve lambalarda kullandığımız gazyağı idi. İdareli kullanmak zorundaydık. Sadece bir bakkalın bulunduğu köyde gazyağı bulmak da pek kolay değildi.
Beslenme konusuna gelince, buğday hasadını una çevirmişti babam, ekmek sorunumuz yoktu. Anımsadığım kadarıyla bol miktarda mercimeğimiz ve patatesimiz de vardı. Daha ne olsundu… Pamuk tarlalarındaki koşullarımıza göre oldukça iyi durumdaydık. Rahmetli babam kış ortalarına doğru biraz para da göndermişti. Bayram etmiştik. Eksiklerimizi tamamlamış, rahatlamıştık.
Okulumuzdaki öğretmenimizin olağanüstü çabalarıyla okuma yazmayı da öğrenerek 1953-54 eğitim ve öğretim yılını tamamlayıp tatile girmiştik. Bir taraftan okulda bulabildiğimiz bazı kitaplarla okuma yeteneğimizi arttırmaya çalışırken, diğer taraftan da köydeki mağaraların gizemlerini çözmeye çalışıyorduk. Derken Temmuz 1954 sonlarına doğru babam geldi ve ‘’toplanın Osmaniye’ye gidiyoruz.’’ Dedi.
Yeni bir göç olayı daha mı? Demiştik kardeşimle… Göç çilemiz ne zaman sona erecekti? Ne zaman yerleşik düzene geçecektik? Sorular, sorular…Sonraki yıllarda dileklerimizin gerçekleşmesi için yılların geçmesi gerektiğini öğrenecektik…