Anam Emine ve Babam Ahmet Akıncı anısına…
ANILARIMA GİRİŞ
Rahmetli babamın, 1 Mart 1951 tarihinde, Bulgaristan yetkililerine pasaport başvurusuyla başlayan Türkiye’ye göç ve Türkiye’deki göç yıllarının yazılması farz olmuştu. Belleklerimizin korunması gerekiyordu. Gerekiyordu çünkü, anılarımı yazmak, benim için yeniden doğmak olacaktı.
Anılarımı yazmaya karar verdiğimde soyağacı olarak hafızamda sadece, babamın babası, dedem Mustafa Durgud vardı. Babam da babasının adını soyadı olarak kullandığından, Bulgaristan’da Ahmet Mustafa Durgud ailesiydik.
Daha fazlası için belgelere ihtiyacım vardı. 2018 yılının yaz başlangıcında, Başbakanlık Nüfus İşleri Genel Müdürlüğünden soyağacım ile göç evraklarımı istedim.
Yaklaşık üç ay sonra gelen evraklardan ilk edindiğim bilgi hafızamızın/belleklerimizin yok edildiği yönündeydi. Nedeni de Türkiye’ye gelenlerin her birinin, göçmen kabul yerlerinde soyadlarının değiştirilmiş olmasıydı.
Bu uygulamada babam da soyadı olan Mustafa Durgud adı yerine, ‘’Akıncı’’ soyadını alınca ‘’Ahmet Akıncı’’ Ailesi olmuştuk. Bu nedenle, soyağacımız, ‘’Akıncı’’ soyadına kadar gidiyordu.
Başbakanlık Nüfus İşleri Genel Müdürlüğünden gelen evraklardaki Ahmet Akıncı aile kütüğünde anam, babam ve kardeşlerim Mustafa ile Şaban dışında bilgi yoktu. Hem ana hem de baba tarafındaki büyükbabalar, anneanneler, babaanneler, dayılar, teyzeler, yeğenler yok olmuştu. Kısaca soyağacınız yok edilmişti.
Gelen evrakların birinden, rahmetli babam tarafından, Bulgar makamlarına 1 Mart 1951’de pasaport için başvurulduğunu anlamıştım. Böylelikle göç hareketimizin başlangıç tarihi 1 Mart 1951 oluyordu.
Pasaport alındıktan bir süre sonra ise Türkiye’nin Sofya Büyükelçiliği Preslav Konsolosluğu tarafından, 27 Şubat 1952 tarihine kadar geçerli olmak üzere, Serbest Göçmen Vizesi verildiğini gördüm.
Babam Ahmet Mustafa Durgud’a; eşi Emine ve üç çocuğu Mehmet, Mustafa, Şaban için verilen Serbest Göçmen vizesinde gideceği yer olarak da Aydın İli gösterilmişti.
Bir başka evrakta ise, Edirne Toprak İskân Müdürlüğü’nce, 27 Nisan 1952 tarihine kadar doğum kâğıdı yerine geçmek üzere, 27 Nisan 1951 tarihli muhacir kâğıdı verilmiş olduğu görülüyordu. Muhacir kâğıdında, bakım ve barınağı İl’e ait olmak üzere, Maraş’a gönderileceğimiz yazmaktaydı.
Türkiye Cumhuriyeti Tarım Bakanlığı Edirne İli Toprak ve İskân Müdürlüğü’nün 30 Nisan 1951 tarih ve C-269 sayılı yazılarıyla T.C vatandaşlığına kabulümüz istenmekteydi. Bu yazıda da Serbest Göçmen olarak Türkiye’ye geldiğimiz belirtilmekteydi. Bu nedenle İskânlı Göçmen olarak kabul edilmemiştik.
İskânlı göçmenler çiftçilik yapabilecekleri Aydın, Bursa gibi yerlere toprak ve barınak verilerek yerleştiriliyordu.
Başlangıçta Aydın olarak belirlenen gideceğimiz yer sonradan Maraş Elbistan Köyleri olarak değişikliğe uğramıştı serbest göçmen olarak geldiğimiz için.
Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu’nun 31 Mayıs 1947’de kabul ettiği Kararnamenin 1. ve 2. maddeleri Bulgaristan Türklerinin göçü ile ilgiliydi. Türk Hükümeti Balkanlardan toplu olarak göçmen alma işini daha elverişli bir zamana bırakıyordu. Bulgaristan’dan Türkiye’ye toplu olarak iskânlı göçmen alınmayacaktı. Buna karşılık serbest göçmen vizesiyle gelenler ve mülteciler kabul edilecek ve Türk vatandaşlığına alınacaklardı.
Bir başka deyişle, Türk Hükümetinden yardım almayacak olanlar, yani Serbest Göçmen statüsünde olanlar, Türk Vatandaşlığına alınacaklardı.
Gönüllü geldiğimiz için bütün mal varlığımızı Bulgaristan’a bedelsiz olarak bırakmıştık. Serbest Göçmen olarak geldiğimiz için de Türk Hükümetinden bir talepte bulunamayacaktık. Bulunmadık ta…
Hangi kabul edilemez uygulamalar ve zorluklar vardı ki, Bulgaristan’daki bütün mal varlığımızı bedelsiz olarak bırakıyor, cebimizde beş kuruş olmadan Serbest Göçmen olarak Türkiye’ye gidiyorduk? Sorusunun yanıtını babam, ”Dinimizi, gelenek ve göreneklerimizi kurtarmak için.” Demişti. Kurtarabilmiş miydik? Samimi bir dindar olan babama göre kurtarmıştık.
Göçmen olmak zordu…
Türkiye’de yerleşik düzen kuruncaya kadar, yaklaşık 30 yıl sürekli göç yaşadık. Aynı Dil, aynı Gelenek ve Görenekler ve ortak Dini İnanışlar olmasına rağmen Bulgar muamelesi gördüğümüz, geldiğiniz yere geri dönün dendiği zamanlar oldu.
Bu nedenle, göç sonrasındaki yaşam serüvenimizle birlikte, göç ve göçmenliğin ne olduğunu” ANILAR’’ başlığı altında bir yazı dizisi haline getirerek anlatmalıydım. Anılarımı yazarak yeniden doğmuş olacağım bilinciyle yazmaya başladım.
BİRİNCİ BÖLÜM
BALKANLAR VE GÖÇ HAREKETLERİ
Muhacir diye küçümsenenler, tarihin yazdığı savaşlarda en geriye kalanlar, yani düşmanla sonuna kadar dövüşenler, çekilen ordunun ric’at hatlarını sağlamak için kendilerini feda edenler ve düşman karşısında kaçmak, çekilmek nedir bilmeyenlerdir.
K. ATATÜRK
Bazı tarihçilere göre Bal ve Kan anlamına da gelen Balkanlar, aslında Dağlık ve Ormanlık yer anlamına gelmektedir. Karadeniz ile Adriyatik Denizi arasındaki dağlık ve engebeli sahaları oluştururlar.
Türkler, yaklaşık yedi yüz yıldır Balkanlar’da yaşamaktaydılar. Günümüzde çoğunlukla Makedonya, Kosova, Bulgaristan, Yunanistan, Bosna-Hersek ve Romanya’da yaşayanlara Balkan Türkleri denilmektedir.
Balkanlar’dan Türklerin, Türkmenlerin göçleri, tarihimizin en üzücü sayfalarını oluşturmaktadır. Balkan Türkleri dramının edebiyatımıza da yansıması birçok duygusal romanın ortaya çıkışını sağlamıştır. Çünkü Balkan Türk Edebiyatı bir ölçüde göç hareketleri ve gerçeklerinin aynasıdır.
Osmanlı Beyliği 1300’lü yıllarda Bizans’a yakın sınır bir bölgede ortaya çıkmıştı. Rumeli’ye geçiş, Osmanlı Devleti’nin büyümesinde en etkili rolü oynamıştı. Gelişme Rumeli’de gerçekleşmiş, Edirne Osmanlının İkinci Başkenti olmuştu.
Bu nedenle Osmanlı Devleti, Rumeli güdümlü bir Türk- İslam Devletiydi. Bugün Anadolu ve Anavatan olarak kabul ettiğimiz pek çok şehrimizin fethi Rumeli’de fethedilen pek çok şehirden sonra olmuştur.
Osmanlı Rumeli’deki varlığını güçlendirmek ve sürdürebilmek için, Anadolu’daki pek çok Türkmen grubunu sürgünler ve iskânlar neticesinde Rumeli’ye yerleştirmişti. Rumeli’ye yerleşecek olan Türk ailelerinin öncelikle gönüllü olması istenmiş, gönüllü olmadıkları takdir de zorla sürgün edilerek fetih edilen bölgeye iskân ettirilmişti.
14. yüzyıl ortalarında Türklerin Rumeli’ye geçişi, Balkanlar’ın tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuş, Osmanlı Devleti büyümüş ve 600 yıl sürecek bir imparatorluğa dönüşmüştü.
Balkanlar’ın dağlık ülkelerinden biri olan Bulgaristan’da kurulmuş olan İkinci Bulgar İmparatorluğu 14. yüzyılın sonlarında dağılmış, ortaya çok sayıda küçük krallıklar çıkmıştı.
Osmanlı bu durumu fırsat bilip, Bulgar İmparatorluğu’nun topraklarını fethe başlamıştı. 1389’da Çandarlı Ali Paşa tarafından fethedilen Şumnu bölgesi, ki doğduğum Karagözler Köyü de bu bölgede yer alıyordu,
Osmanlı döneminde stratejik önem taşıyan askeri üslerden biriydi. Şumnu bölgesine yerleştirilen Türkler ve Türkmenler Osmanlının ileri karakolu olmuş, Viyana’ya doğru büyümesini sağlamıştı.
Ne var ki 1683’te gerçekleşen İkinci Viyana kuşatmasının başarısız olması imparatorluk için sonun başlangıcı oldu. Bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti, artık kendi gündemini kendi tayin edemez bir hale getirildi, Osmanlının gündemini daha çok Avrupalı devletler belirledi.
Osmanlı Devleti’nin göçler konusunda en çok sıkıntı yaşadığı ve zorlandığı dönem, 93 harbi olarak da bilinen, 1877-78 Osmanlı Rus harbinden sonra gerçekleşen 93 göçüydü.
93 harbinden sonra Anadolu’ya göçmek zorunda kalan beş buçuk milyon civarındaki Türkün en az 500 bin kişisinin, yollarda eşkıyalar ve çeteler tarafından öldürüldüğünü tarih kitapları yazmaktadır.
Daha çok 93 Harbi olarak bilinen, 1877–1878 Osmanlı Rus Harbi yaklaşık bir yıl sürmüş, Rus orduları önemli bir dirençle karşılaşmadan Yeşilköy’e kadar ilerlemişti.
Osmanlı Devleti Ayastefanos Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştı. Batı Avrupa ülkelerinin bu antlaşmanın koşullarından hoşnut kalmamaları nedeniyle antlaşma geçerliliğini yitirmiş ve yeniden imzalanan Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devlet’i toprak ve nüfuzunu büyük ölçüde yitirmişti.
Berlin Antlaşmasıyla Osmanlının Tuna Vilayeti ’nin Sofya, Vidin, Rusçuk, Tırnova ve Varna Sancakları üzerinde küçük bir Bulgar Prensliği kurulmuştu.
1389’da girdiğimiz Bulgaristan’dan, 1878’de gerçekleşen Bulgaristan’ın bağımsızlığına kadar, yaklaşık 500 yıllık bir zaman Osmanlı hakimiyetinde kalmıştı. 93 harbinden sonra çıkmak zorunda kaldık. Türkler de Bulgar Prensliği sınırları içinde kaldığından “Bulgaristan Türkleri” adını aldılar.
Osmanlı Devleti, neredeyse, kaybettiği her savaş sonrasında, kaybettiği topraklarından oldukça fazla göçler almıştı. Yüzyıllarca hiç durmadan devam etmiş olan Türk göçleri belli aralıklarla hala tekrarlanmaktaydı.
Avrupalı devletlerle birlikte Rusya Osmanlının Rumeli’den çıkması için her şeyi yaptı. Böylece Rumeli ve Balkanlarda bulunan Türkler Anadolu’ya dönmeye başladı. Osmanlının güçlü olduğu dönemde Anadolu’dan Rumeli’ye ve Balkanlara akan göç, zayıf düştüğünde tersine döndü.
Bulgar milli devletinin kurulmasında etkili bir rol oynayan Rusya, Balkan milli devletlerinin kurulması ve şekillenmesi açısından, Türklerin Balkanlar’dan Anadolu’ya göçünü adeta zorunlu hale getirmişti. Balkanlarda kurulmak istenen devletlerin gerçek hüviyetine kavuşabilmesi, bölgeden bir an önce Türklerin gitmesine bağlıydı.
Bu yüzden en çok Türk göçleri Balkanlardan oldu. Karagözler sakinlerinden bazıları olan bizler de artçıları olarak geri dönüşü sürdürdük ve sonraki yıllarda da sürecekti.
Türkiye’de “93 Harbi Muhacereti”, “1924 Mübadelesi” ve “89 Göçü” en çok bahsedilen göçlerdi. 93 harbi en ağır sonuçlarından biriydi. Yaşanan büyük insani dram dolayısıyla Balkanlar’da ve Kafkasya’da sayıları bir milyonu aşkın Osmanlı vatandaşı mülteci konumuna düşmüştü.
1878’den beri süregelen Bulgarlaştırma politikalarına sesli tepkinizi gösteremeseniz de içinizde bazı sessiz çığlıklar vardır. Kulaklarınız duymaz ama hissedersiniz. Hissettikleriniz beyninizi kemirir dururlar, yüreğinizi yakar, eritirler. Zamanla içinizdeki sessiz çığlıklar eyleme dönüşür ve göç kararları alınır, alınmak zorunda kalınır.
Bulgar Asimilasyonu sonuçları
Bulgaristan İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında yer almıştı. Almanya’nın savaşı kaybetmesiyle Rus Orduları 8 Eylül 1944 tarihinde Bulgaristan’a girmiş, Bulgaristan’daki Alman yanlısı hükümet görevden uzaklaştırılmış ve Alman karşıtı Bulgaristan Komünist Partisi iktidara gelmişti.
Kendisini Enternasyonalist, Marksizm-Leninizm’in örnek uygulayıcısı, ülkedeki azınlıkların koruyucusu olarak gösteren Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP), Türklere, Müslümanlara ve diğer azınlıklara ilişkin politikası, zamana ve olaylara göre değişiklik göstermiştir.
Parti, Türkler dâhil tüm azınlıkların desteğine ihtiyaç duyduğu zamanlarda ılımlı politikalar güderken; ihtiyacı kalmadığı zamanlarda sert bir siyaset izlemiştir. Örneğin İkinci Dünya Savaşı yıllarında faşizme ve kapitalizme karşı silahlı mücadeleye giriştiği dönemde Türklere, Yahudilere, Ermenilere, Rumlara ihtiyacı olmuştur.
iktidara geldiklerinde siyasi, sosyal ve ekonomik haklarda tam eşitlik, birlik, beraberlik, kültürel alanda ise özerklik ve serbestlik vaat etmişlerdir.
BKP’nin iktidara gelmesinden sonra Aralık 1944’te yöneticilerin, Türk azınlığın temsilcileri ile yaptıkları görüşmeler önemlidir. Çünkü temsilciler, devrimden sonra kendilerine yönelik faşist dönemden kalma ayrımcılığın devam ettiğini ifade etmişlerdir.
Bu doğrultuda Vatan Cephesinin Şubat 1948’de yaptığı kongrede kabul edilen program sayesinde tam bir özgürlük havası esmiştir.
Zira söz konusu programa göre Bulgaristan’daki azınlıklara ana dillerinde eğitim yapma hakkı verilecektir.
Yönetim bir yandan peş peşe özgürlükler ilan ederken 1948 yılının ocak ayında BKP Merkez Komitesi, ülkedeki Türklerin güven duyulmayacak bir unsur olduğuna ve bir bölümünün Bulgaristan’dan gönderilmesine karar vermiştir.
Yine 1948 yılı şubat ayında Vatan Cephesi Milli Şûrasına bağlı Azınlık Komisyonu kurulmuştur. İlgili kurulların kararları doğrultusunda 1949’dan itibaren Türklerin, Bulgaristan’dan ihracına yönelik somut adımlar atılmaya başlanmıştır.
Nihayet 1950-1951 arasındaki göçler söz konusu kararların sonucu olarak yaşanmıştır.
Açıkça görüleceği üzere Bulgar yöneticilerinin Türklere yönelik politikaları esasında oldukça nettir. Bulgarlar, Türkleri ülkelerinde istememektedirler. Sadece idarecilerin ne yapacaklarına ve nasıl yapacaklarına karar vermeleri biraz zaman almıştır.
Bu süreçte, sınıfsız bir toplum yaratma bahanesiyle, Bulgaristan’da yaşayan Türk ve Müslüman-Türklere karşı asimilasyon politikası başlatıldı. Bulgaristan’da yaşayan Türklerin nüfus oranlarını azaltmak için, planlı bir şekilde başlatılan Bulgarlaştırma politikaları 20. Yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar da devam etti.
Asimilasyonun bir başka görünümü olan Bulgarlaştırma politikası; camileri tahrip etmek, camileri kiliseye çevirmek ya da kapatmak, Türkleri vaftiz ederek Hristiyanlaştırmak ve kiliseye dönüştürülmüş camilerde zorla Hristiyan ayinlerine tâbi tutmak biçiminde kendini gösterdi.
Bulgaristan’da 1984 yılından itibaren, Türk azınlığa asimile politikası uygulayan komünist rejim, amacına ulaşamayınca 1989 yılında zorunlu göçe karar verdi. Bu büyük zulmün mimarı dönemin Bulgaristan devlet başkanı Todor Jivkov ’du.
Jivkov devri kapandıktan sonra açıklanan belgeler, Bulgaristan Devleti’nin asimilasyon politikasını doğrudan komünist parti eliyle uyguladığını ortaya koydu. Belgelere göre, 1984 yılı sonlarından itibaren Komünist Parti’nin en üst karar alma birimi olan politbüro, Türklere yönelik “Yeniden Doğuş-Uyanış Süreci” adı altında sistematik bir asimilasyon siyaseti başlatmıştı.
Bulgaristan, Todor Jivkov liderliğindeki rejimin Türk ve Müslüman azınlığa yönelik 1984 ve 1989 yılları arasında uygulanan asimilasyon politikalarını 22 yıl sonra kabul etti.
Bulgar Parlamentosu 1989 yılında sona eren komünist rejimin, Müslüman ve Türklere karşı uyguladığı asimilasyon sırasında yürüttüğü isim değiştirme, ibadet yasağı, anadilde konuşma ve zorunlu göç gibi etnik temizlik kampanyasını kınayan bildiriyi 11 Ocak 2012’de kabul etti.
Bildiri Bulgaristan devletinin Türklere karşı girişilen asimilasyon kampanyasını resmi olarak kabul eden ilk belge olması açısından büyük önem taşımaktadır. Bu kabulden ve Avrupa Birliği üyesi olduktan sonradır ki göç tersine döndü ve çifte vatandaşlık gündeme geldi. Bulgaristan’dan göçen binlerce kişi tekrar Bulgar Vatandaşı olmak için sıraya girdi.
Mart 1951, Karagözler…
Atalarımın ve benim de doğduğum Karagözler Köyü göç hikayemizin başlangıç konumudur. 1944 yılında anam mısır çapalarken doğurmuş beni. Babam askerdeymiş.
Doğduğum bu köy Bulgaristan’ın kuzeydoğusunda, bir bakıma Karadeniz Bölgesinde, Şumnu İlinin Preslav İlçesine bağlı en gelişmiş köylerden biri olarak bilinir. Bir diğer Karagözler Köyü de Bulgaristan’ın güneyinde Kırcaali İlinin merkezi köylerinden biri olarak karşımıza. İki köyü birbirine karıştırmamak gerekir.
1389’da Çandarlı Ali Paşa tarafından fethedilen Şumnu bölgesi nin en gelişmiş köylerinden biri olan Karagözler, Bulgaristan’ın Deliorman Bölgesinde bulunmaktadır. Deliorman Bölgesi, adını eskiçağlardan beri sahip olduğu sık ve gizemli ormanlardan almaktadır. En eski sakinleri Traklar olan bölgenin önemli ve Türklerin yoğun olarak yaşadığı şehirleri Varna, Rusçuk, Şumnu, Razgrad ve Filibe’dir.
Deliorman bölgesi, coğrafi konum olarak, Balkan Dağları ve Tuna nehri arasında kalan geniş, düz ve verimli bir ovadır. Bölgede yaşayan Türkler çoğunlukla kırsal kesimlerde yaşamakta ve tarımla geçimlerini sağlamaktadır.
Karagözler, Karadeniz’e kıyısı olan Varna’ya 90 km, Şumnu’ya 50 km uzaklıktadır. Bağlı bulunduğu ilçe Vırbitsa yaklaşık 10 km doğusunda olup, Ekonomisi çoğunlukla tarım ve hayvancılığa dayanır. Sonbahar aylarında gerçekleştirilen Vırbitsa Panayırı az da olsa ekonomiye katkı yapar. Bulgar nüfusla birlikte Türkler çoğunluktadır.
Çarlar Şehri Preslav köyümüzün 40 km kuzey-doğusundadır. Preslav ya da Veliki Preslav Bulgar Krallığının ikinci başkentiydi. 893 yılında ana şehir olarak ilan edildikten sonra Bulgaristan’ın önemli önemli kültür ve edebiyat ocağı olarak gelişmişti. Haliyle Karagözler de bu gelişmeye bağlı olarak Bulgaristan’ın en gelişmiş köylerinden biri olacaktı.
kasabası ile bağlı 21 köyün bulunduğu Gerlova, alçak düzlükleri ve tarıma elverişli toprakları kapsıyordu. Dağların ortasında, nispeten küçük bir yüksek ovaydı. Gerlova alçağından geçen Kamçı Suyu, kuzeydeki Preslav Pass olarak bilinen Derbent Boğazını aşıp, eski Başkent Preslav harabeleri yanından geçtikten ve 191 km doğuya aktıktan sonra Karadeniz’e dökülürdü.
Günümüzde kasaba statüsünde olan Vırbitsa, dağ sırtının “geri” tarafındaki, kuzey yamacında yer aldığı için ovaya hâkim konumda olunca, bu düzlüğe “Geri-ova, Geril-ova” denmiş, sonradan Gerlova olmuştur. Geniş anlamda “Gerlova bölgesi” ise, Vırbitsa’dan 60 km kadar kuzeye devam eden ovaları kapsar ve Deliorman sınırlarıyla bütünleşir.
Verimli topraklar üzerindeydi Karagözler Köyü. Evimizin penceresinden görülen, sık ormanlarla kaplı ve heybetli dağın Sakar Balkan olduğunu öğrenmiştim Kerim dayımdan. Sakar Balkanın içinde görülmeye değer mağaralar olduğu gibi, çıplak tepe denen zirvesine çıkıldığında, Gerlova Alçağı denen bütün ovayı rahatlıkla görebileceğimizi anlatmıştı.
Dağ florası olarak bilinen bitki çeşitliliği Sakar Balkanın bilim adamları ve çevreciler tarafından ilgi odağı olduğunu öğrenmiştim sonraki yıllarda. Sakar Balkanı benimsemiş, bize ait duygusuyla yaşamıştım.
Tipik Balkan ikliminin özelliklerini taşımakta olan köyümüzde kış ayları sert ve yoğun kar yağışlı, yazları ise sıcaktı. Köyün geçim kaynağı hayvancılık ve tarımın yanında odun işçiliğiydi. Sakar Balkan’dan elde edilen odunlar geçim kaynaklarından biriydi. Tarım olarak buğday ve arpanın yanında daha çok tütün ve çilek üretimi yapılmaktaydı.
Bölge kurşun, çinko, krom, manganez ve altın gibi madenler bakımından zengindi. Ülkeyi neredeyse baştanbaşa gezen sorumsuz ve haylaz amcamın anlattıklarına göre, Tuna ve Meriç nehirleri Bulgaristan’ın en önemli iki akarsuyuydu. Meriç nehri havzası Bulgaristan’ın neredeyse üçte birini kaplamaktaydı.
Bir süre sonra, yüzyıllarca anavatan olarak bellediğimiz buraların anavatan olmadığını öğrenmek hayal kırıklığı yaratmıştı Karagözler Köyünde. Anavatanın Türkiye olduğu ve göçülmesi gerektiği konuşuluyordu.
Ahmet Mustafa Durgud Ailesi
1944 yılında anam mısır çapalarken doğurmuştu beni. Sorduğumda öyle söylemişti. Babam askerdeymiş. Havaların kanal açmaya uygun olduğu yaz aylarında olmak üzere üç yıl askerlik yapmış. Bulgar yönetimi Türklere silahlı eğitim yaptırmak yerine, yaz aylarında kanal açma işçisi olarak çalıştırmanın daha iyi olacağını düşünmüş.
1945 yılının ikinci yarısında kardeşim Mustafa, 1949 yılında da diğer kardeşim Şaban doğdu. Böylece, 1949 yılı sonlarında 5 kişilik bir aile olduk. Soyadı kanunu olmadığından, erkekler soyadı olarak babalarının isimlerini kullanıyorlardı. Babam, soyadı olarak babası Mustafa Durgud adını kullanınca, Ahmet Mustafa Durgut olarak nüfus kütüğüne geçmişti. Böylece Ahmet Mustafa Durgud Ailesi olmuştuk.
Baba tarafından, nine dediğim babaannem ile dedemi hiç tanımadım. İkisi de bizler doğmadan vefat etmişlerdi. Babamın babası Mustafa Durgud dedem köyde varlıklı biriymiş, soyağacımız ‘’Durgud” sülalesi olarak bilinirmiş. Rahmetli anamın deyimiyle dedem, ”Deli Durgud” olarak anılırmış köylüler tarafından. Mustafa Durgud dedem, ölünceye kadar anam ve babamla yaşadığı için, evi bize vasiyet etmiş.
Durgud dedemden kalma evimiz, köydeki diğerleri gibi, kerpiç duvarlıydı. Çamurla sıvanmış ve değişik renklerdeki toprakla boyanmıştı. Odaların zeminindeki tahta üzerine hasır, üstüne de kilim serilmişti. Duvarlara dayanmış kerevetler üzerinde, 5 yastık ve 3 minderden oluşan berde takımları kullanılmıştı. Odaların kapı arkalarında, genellikle perde ile kapatılmış üçgen raflar bulunurdu.
Duvarlardan biri boydan boya ahşaptan yüklük dolabı olarak düzenlenmişti. Kalktıktan sonra yataklar buraya konulurdu.
Duvarlarından birinde uzun bardak rafı, peçe ve soba borusu bacası olurdu. Bir başka duvarda ise gösterişli, nitelikli eşyanın konulacağı özel raflar ve çiçeklik olarak da kullanılan, evin salonuna bakan küçük bir penceresi vardı.
Köyümüzdeki Türk evleri iç ve dış avlu olmak üzere iki bölümden oluşmaktaydı. İç avlu harem olarak adlandırılabilecek, asıl hane halkının zaman geçirdikleri bölümdü. İç havluda mor menekşeler, sardunyalar ve diğer çiçekler bulunmaktaydı.
Kerpiç, taş ve ağaçtan yapılan çevrili duvarla sokaktan ayrılan dış avluda elma, armut, erik ve kiraz ağaçları vardı. Ayrıca, tarımla uğraşıldığı için tarım araçları ve ahırlar da dış avluda bulunmaktaydı. Dövenle harman hasadı yapılacak kadar büyük boş bir alan da bırakılmıştı.
İlk yıllarda dış avlu, komşu olduğumuz Mustafa amcamla ortak kullanılmaktaydı. Babamın dertlenirken anlattıklarına göre, amcam biraz sorumsuz biriydi. Her fırsatta evden ayrılıp aylarca amaçsızca gezdiği ve haytalık yaptığı olurmuş. Kendi işlerini de babama yıkarmış. Bu nedenle, bir süre sonra dış avlu ikiye bölünmüş. Evlerimiz arasına sınır çekilmişti.
5 Mart 1951 Pazartesi, Karagözler…
Alaca karanlıkta gözümü araladığımda anam evdeki sobayı çoktan yakmıştı. Odun sobasının önündeki hava deliğinden çıkan ateşin alevi beyaz badanalı duvara, duvardan da tavana yansıyarak odayı aydınlatıyordu. Babam bir köşede sabah namazını kılıyordu. Gerinerek yatakta yan döndüm, biraz daha uyumak istiyordum.
Kuzine sobasıydı yanan ve odayı aydınlatan… Üzerine en az iki tencere sığan kuzine sobalarının fırınları da vardı.
Ekmek, börek, yemek pişirmenin yanı sıra mükemmel ısınma araçlarıydı kuzineler. Soba borularını, odanın genel havasını bozmayacak şekilde, odada dolaştırdığınızda üretilen ısının oldukça büyük bir bölümü odanın sıcaklığını arttırmak için kullanılırdı.
Biri kiler olarak kullanılan dört odalı evin sadece bir odasında soba yanıyordu. Kışın hem oturma hem de yatak odası olarak kullandığımız kuzineli odaya serilmiş olan yataklarda, üç kardeş yan yana aynı yorgan altındaydık.
Babamın namazı bitirdiğini gören anam, ”kalkın artık, yataklar toplanacak, kahvaltı edilecek ve bazı hazırlıklar yapılacak” dediyse de ancak soba iyice harlayınca kalkıp giyindik. Kara şalvar, evde örülmüş yün kazak ve yün çorap…
İlkbaharın başlangıcı mart ayında olmamıza rağmen, sanki kara kışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Pek görülmeyen bir durumdu. Kar ve tipi yüzünden evden pek çıkamadığımız zamanlardı. Böyle bir havada neyin hazırlığı yapılacaktı?
Kahvaltıdan sonra babam, arkadaşlarla göç belgelerini konuşacağız diyerek, evden çıktı. Babam çıktıktan sonra ”Ana, göç de nereden çıktı, neyin hazırlığı yapılıyor?” Dedim. ”Türkiye’ye göç hazırlıkları var yavrularım.” Dedi.
Babamın geçen hafta Preslav Konsolosluğu’na gittiği konuşulmuştu ama, Türkiye ve göç olayı ilk kez konuşuluyordu. Anamın neden göç dediğini de pek anlamamıştım üstelik. Anama ayak bağı olmamak ve mahalle arkadaşlarımla kartopu oynamak için dışarı çıktım…
28 Mart 1951 Çarşamba, Karagözler…
Bugünlerde köyde hem hüzünlü hem de tatlı bir telaş olduğunu hissediyorum. Babam çok konuşkan biri olmadığından, olup bitenleri daha çok anamdan öğreniyorum.
Geleneklerimiz uyarınca büyüklerimize, özellikle babalarımıza her şey sorulamazdı. Daha çok analardan öğrenilirdi birçok şey. Komşu kadınlarla yaptıkları sohbetlerde, kulağınız delikse, istediğiniz her şeyi öğrenebilirdiniz.
Köydeki hüzünlü telaşın nedeni, Karagözler ’den bazı ailelerin Türkiye’ye göç kararı almış olmalarıydı. Bu karardan ötürü bazı aileler parçalanacaktı.
Bir çözüm bulunmazsa parçalanacaklar arasında birbirine gönül vermiş iki genç de vardı. İki aile uzun süre düşünüp taşındıktan sonra, bu iki gencin evlendirilmesine karar vermişti. Sevinçli telaşın nedeni bu iki gencin evlendirilecek olmasıydı. Anamın komşularıyla konuşmalarından bu sonucu çıkarmıştım.
Düğünlerle ilgili adetler, gelenek ve görenekler, daha çok Balkanlarda, kök salmış ve sıkı sıkıya korunmuştu. Korunmuştu çünkü tersine dönen göç olaylarında ayakta kalmanın yoluydu gelenek ve göreneklerle inançlarına sıkı sıkıya sarılmak. Doğum kadar kutsal olan Düğün de bunlardan biriydi.
Düğün, düğün öncesi ve düğün sonrası uygulamalar ya da diğer bir deyişle “evlenme süreci”, evlenen çift ve yakın akrabaları için olduğu kadar, üyesi bulundukları toplum ya da topluluk için de son derece önem taşımaktaydı. Evlilik olayı, toplumdaki bireylerin hayatında önemli bir dönüm noktasını oluşturmaktaydı. Gerek kızın ve gerekse erkeğin sosyalleşme sürecinin önemli bir aşaması oluşturuyordu.
Diğer taraftan aileler arasında kurulan dayanışmayı, toplumsal ve ekonomik ilişkiyi belirlemesi ve düzenlemesi bakımından birçok toplum ve kültürde, doğumdan sonraki en önemli ve en sevindirici olay olarak görülmekteydi düğünler.
Birbirine gönül vermiş iki gencin evlendirilmesi kararı Karagözler ’deki göç olayının oluşturduğu hüzünleri bir ölçüde perdeledi ve yaşama sevincinin artmasına neden oldu. Düğün hazırlıkları için, özellikle kadınların ve genç kızların tatlı bir telaşa girmelerine neden oldu.
Geleneksel başlık parası aileler arasında sorun olmadı. Her iki taraf da anlayışla düğün hazırlıklarına koyuldu. Gelenekler uyarınca damat adayının ailesi kız ailesine, hediyeleriyle birlikte, kız istemeye gittiler.
Hediyeler verilip, gelin adayı tarafından sunulan kahveler ve şerbetler içildikten sonra sohbetin ilk konusu Türkiye’ye göç olayı oldu. Her ne kadar Anavatan olarak bilinse de Türkiye coğrafi olarak yabancı gelecekti göçenlere. Gidenler belki de farklı yerlere dağıtılacaktı. Bulgaristan’dan kopanlar birbirinden de koparılacak mıydı acaba? Sorusu beyinlere burgu gibi giriyordu.
Ortam hüzünlenmeye başlamıştı ki damadın babası araya girerek ‘’Allah’ın emri, Peygamberin kavli ile kızınızı oğlumuza istiyoruz. Rızanız olursa usulüne uygun bir düğün de yapalım elden geldiğince’’ Dedi. Kız babası bir süre önce kahveleri yapmış olan kızına dönerek ‘’ne diyorsun kızım’’ sorusunu yöneltti. Olumlu baş işaretini alınca da ‘’Hayırlı olsun, bir yastıkta kocasınlar.’’ Dedi. Böylece düğün hazırlıkları da başlamış oldu.
Geleneksel yapıdaki birçok toplumda ‘’Çeyiz’’, damadın başlık parasını ödemek için yaptığı masraflara karşılık, gelin ailesinin bir jesti olarak görülürdü. Bu değiş-tokuş, taşıdığı ekonomik nitelik dışında evliliğin onanması anlamına geliyor ve iki aile arasındaki dostluğun sağlamlaştırılmasında etkili oluyordu. Ne var ki ortada bir göç olayı vardı. Gelin ailesi başlık parası üzerinde durmadığı için damat ailesi de gösterişli bir çeyiz hazırlamak yerine zorunlu birtakım giysileri hazırlama yolunu seçtiler.
Perşembe akşamı, komşu köylerden tutulan çalgıcılar davul ve zurnalarıyla bütün Karagözler Köyü sakinlerine düğün kararını duyurarak hazırlıklar başlatılmış oldu. Havaların dondurucu soğukları ve yarım metreye yakın kar bile yumuşamıştı bu karar karşısında.
Gelin evinde ‘’Kına Gecesi’’ telaşı vardı. Kına yakmak eski İslam geleneklerindendi. Kınanın eşleri birbirine sevgili yaptığı, bir ömür boyu aşklarının devamını sağladığı inancı vardı.
Ayrıca kınanın evlenecek çiftleri nazardan ve kötülüklerden koruyacağına inanılmaktaydı. Kına gecesine gelin ve damadın yakın akrabaları ve arkadaşları katılırdı. Kına ile birlikte, düğünün başladığı anlamına gelen bayrak asılmıştı.
Geleneklere göre Kına Gecesi olarak belirlenen gece, Kız Tarafı için hüzünlü ve kahırlıydı çünkü genç kız artık yuvadan uçmaktaydı. Hele yuvadan uçmakta olan kız Karagözler ’den Türkiye’ye uçmak üzereyse kız tarafının hüznü katmerlenmekteydi.
“Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar,
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler. “
Türküsü daha bir duygulu söyleniyordu kına gecesinde. Bereket gözyaşları sel olmasın diye Kına gecesine katılan kadınlardan bazıları “zilli maşa” ile gönül açıcı bir türkü tutturmuşlardı da ortalık biraz neşelenmişti.
Kına gecelerinde söylenen türküler ağır tempolu ve hüzünlü sözlü olabildikleri gibi, arada neşeli ve oynak türkülerin de söylendiği, davetlilerin gelini neşelendirmeye çalıştıkları görülen uygulamalardandı.
Kız evindeki hüzne karşılık Erkek Evinde tam bir eğlence ve sevinç akşamı olmaktaydı genelde. Erkek evinde türküler söylenip oyunlar oynanmaktadır. Gelin alabilmenin sevinci ve heyecanı Erkek Evindeki tüm “hısım akraba”, dost-arkadaş davetlileri sarmış olduğundan geç vakte kadar eğlenceler sürerdi. Ne var ki gelinin ailesinden ve köyünden koparılmış olmanın hüznü erkek evini de etkilemişti.
Çalgıcıların cuma günü öğle vakti davul ve zurnalarını çalarak Erkek Evine gelmesiyle düğün hazırlıkları hız kazanmıştı. Konukları damadın annesi karşılamış ve kendilerine havlu, peşkir, gömlek gibi “bahşişler’’ vermişti. Yöresel oyun havaları çalarak Erkek evine gelen çalgıcıları damadın yakın arkadaşlarından biri gözetip, yönlendiriyordu.
Derken ezan sesi duyuldu ve davullarla zurnalar sustu. Aklı eren bütün erkekler Cuma namazını eda ettikten sonra, köy halkınca özel bir saygı ifadesi olarak kabul edilen “düğüne çalgıcıyla çağırma” geleneğini yerine getirmek için çalgıcılar cami önünde yerini almışlardı.
Karagözlüler davul ve zurna eşliğinde düğün evine gittiler. Akrabalar ve komşular tarafından Düğün evine getirilen börekler, çeşitli tatlılar ve baklavalar, müzik eşliğinde yenildi, içildi ve dualar edildi.
Cuma akşamı, damat ve arkadaşları davulların eşliğinde köyün berberine gittiler ‘’Damat Tıraşı’’ için. Damat tıraş edilirken, adet olduğu üzere çalgıcılardan biri “tokmak kırıldı” diyerek birden davul sesini kesti. Davulların çalınmasının sürmesi için damadın bir miktar para vermesi gerekmişti. Davullar tekrar çalmaya başladı.
Damadın en yakın arkadaşlarından seçilen Sağdıcın tıraşı, damat tıraşının hemen ardından yapılmıştı. Daha sonra da sırasıyla tüm yakın akrabalar tıraş edilmişlerdi. Damat tıraşından sonra yine çalgıcılar eşliğinde Erkek evine gidilmişti. Gençler arasında geç saatlere kadar süren bir eğlence, yaşlıların toplandığı kahvehanede son buldu.
Cumartesi günü öğleden sonra civar köylerden özel olarak bayraklarıyla gelen davetliler, davul-zurna eşliğinde köy meydanından alınıp Erkek Evine götürülmüşlerdi. Geleneksel olarak hazırlanan bu “bayraklar, davetlilerin Erkek Evine karşı olan saygılarının birer göstergesi sayılmaktaydı.
Genellikle uzun bir sopanın ucuna, uzunluğu 3 metre ile 10 metre arasında değişen havlu ya da beyaz peşkir bağlanarak oluşturulan “bayrağın” tepesine çiçeklerden yapılmış süslü bir taç ya da gösterişli bir demet takılmaktaydı.
Düğün Evine gelen “bayraklar”, herkesin görebileceği şekilde avluya dizilmişti.
Bu bayrakların dışında büyük ve süslü bir bayrak Erkek Evi tarafından hazırlanmakta ve evin samanlığının tepesine dikilmekteydi. Bu bayrağa, “Düğün Bayrağı” adı verilmekteydi.
Osmanlı döneminde bu bayrak genellikle Ay-yıldızlı Türk Bayrağı olarak karşımıza çıkmaktaydı. Bulgaristan’da yıllardır Türk Bayrağının taşınmasının yasak olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, söz konusu “bayrak taşıma” geleneğinin böyle bir değişime uğrayarak simgeleştirildiği düşünülebilir.
Cumartesi akşamı oldukça büyük bir sundurma altındaki sedirler üzerine imece usulüyle hazırlanan yemekler yendikten sonra dualar edildi ve evlenmekte olan gençlere ömür boyu mutluluklar dilendi.
Gelin evinde de takı takma töreni gerçekleşmişti. Takı töreninden sonra erkek tarafı davul ve zurnaların eşliğinde gelini baba evinden alıp koca evine götürdüler. Gelecekte oturacağı evin eşiğinden içeri adımını atması için kaynanası tarafından ikna edilmeye çalışılan geline hediyeler sunuldu. Bunları kabul eden gelin kaynanasının elini öperek teşekkür ederek eve girdi.
Havanın kararması ile birlikte evde dini nikâh kıyıldı. Saat 22.00 sularında gençlerin, yalnız bırakılarak “Gerdek Gecesine” girmeleri uygun görülmekteydi. Geleneksel olarak gelinle damadın bir araya geldikleri ilk gecenin başlangıcında yatak odasının kapısından içeri girmek üzere olan damadın sırtına, yakın arkadaşları, biraz da şaka ile karışık, hafifçe vurarak içeri itmişlerdi. Bu âdete “Damat Kapama” adı verilmekteydi.
Gelinin duvağını açmadan önce, damat tarafından “Yüz Görümlülüğü” adı verilen ve genellikle altın kolye ya da bilezikten, herhangi bir ziynet eşyasından oluşan hediyenin, verilmesi adettendi.
Bütün gelenek ve görenekler yerine getirilmiş ve birbirine gönül veren iki genç kavuşturulmuştu. Bu mutlu son hiç olmazsa birkaç gün hüzünlü göç olayını Karagözlülere unutturmuştu.
19 Mart 1951, Karagözler Köyü…
Birbirine gönül veren iki gencin evlendirilmesinden sonraki günlerde, evimizdeki gözle görülür göç hazırlıkları üzerine bir akşam babama ‘’neden buradan göçmek zorundayız?’’ sorusunu sorma cesaretini bulmuştum. Kızmamıştı…
Ailenin bütün bireylerini karşısına alarak, ‘’Neden Türkiye’ye göçmemiz gerekiyor?’’ Sorusunu anlattı uzunca bir süre. Sonra da 1 Mart günü pasaport ve vize işlemleri için yaptığı başvuruların sonuçlandığını bildirdi. Anlattıklarından anladığım kadarıyla, bazı Türk ailelerin tarlaları kooperatifleştirme gerekçesiyle ellerinden alınmış, alınmaya da devam ediyordu.
Bulgar yönetimi tarafından bir toprak reformu olarak nitelenen uygulamayla Türkler, kendi topraklarında ücretli isçiye dönüşmüştü. Yoğun olarak yürütülen din karşıtı propaganda, İslam uygulamalarının fiili olarak yasaklanmasıyla beraber gerçekleşmişti.
Okullarımız ve vakıflarımız devletleştirip eğitim haklarımız engellenmişti. Köyümüzde Türkçe eğitim yapan okullar kapatılmış olduğundan, okuma yazma bilen yok denecek kadar azdı. Amcam dışında Bulgarca bilen de yoktu. Babamın” Hayta” dediği Mustafa Amcam da Bulgaristan’ın büyük bir bölümünü gezdiği için öğrenmişti biraz Bulgarcayı.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Asimilasyon tehlikesiyle karşı karşıya kalan Karagözler Köyü yaşayanları kayıpları en aza indirgemek için, kendilerini saklama yöntemini benimsemişlerdi. Saklanmak, asimilasyona uğramış gibi görünmek…
Bağlı bulundukları il Şumnu ve İlçe Preslav ile de bağlantılarını kesmişlerdi neredeyse. Kapalı bir ekonomi sistemi oluşturmuşlardı. Sadece gaz ve tuz gibi üretemedikleri maddeleri almak için giderlerdi.
Koyunların yünlerinden giyeceklerini, derilerinden çarıklarını, sütlerinden peynir ve yoğurtlarını yapmışlardı.
Şeker kamışı ve şeker pancarından şeker ve şeker ürünlerini, tarlalarından buğday, arpa ve mısır gibi ürünleri sağlamışlardı.
Yalnızlık duygularını yok etmek için maneviyata önem vermişler ve aralarındaki bağları kuvvetlendirmişlerdi. Kadınları kara çarşafa bürünmüştü görünmemek için. Aralarındaki anlaşmazlıkları yok saymışlardı.
Baskı giderek artıyordu. Din elden gidiyordu, Gelenek ve görenekler görmezden geliniyordu. İnanmış ve samimi bir dindar olan babam ve babam gibiler Bulgaristan’dan göçmenin kurtuluş olacağına inanmışlardı…
Gönüllü göç kararımız Bulgar makamlarınca ”Asimilasyona uğramadık” beyanı olarak değerlendirilmiş ve pasaport almamız kolaylaşmıştı. Babam, 1 Mart 1951’de beş kişilik ailemiz için pasaport almıştı. Alınan pasaport ve Türkiye Konsolosluğu’nun verdiği vize ile 1951 yılının mart ayında başlamış oluyordu göç serüvenimiz.
Babam ve babam gibiler için Dinleri ve inançları her şeyin üstündeydi. Dinlerini kurtarabilmek için, bedelsiz olarak mal varlıklarını bırakıp, beş parasız Serbest Göçmen olarak Türkiye’ye göç kararı almaktan çekinmemişlerdi.
Serbest Göçmen olarak gideceğimiz Türkiye’nin bize bakma ve yer gösterme yükümlülüğü olmayacaktı. Zor bir karardı ama verilmişti bir kere. Gönüllü olarak gidecektik Anavatan Türkiye’ye…
23 Nisan 1951 Pazartesi, Karagözler…
Anamın seslenmesine fırsat vermeden erkenden kalkmış, iç avludaki tuvalete gitmiştim. Şiddetli bir ayaz vardı. Aile bireyleri tuvaletlerini yapıp sıkıca giyindikten sonra, Karagözler’ deki son kahvaltımızı yaptık. Bugün Karagözler’ den ayrılıyorduk çünkü. Göç başlamıştı…
Babam akşamdan yaptığı denkleri dışarı çıkarmaya başlayınca ben de yardımına koştum. Denklerde yatak, yorganın yanı sıra kap kacak da vardı. Büyük kasalı bir kamyon göç kararı almış ailelerin önünde sırasıyla durarak denklerin yüklenmesini bekliyordu. Üstü açık olan kamyon kasasına denkler yerleştirildikten sonra, ayazdan korunmak için kilimlerden çadırkonut gibi bir düzenleme yapıldı.
Sıra köyde kalanlarla vedalaşmaya gelmişti. Karagözler ’de kalanlarla göç edenler gözyaşları içinde sarılmışlardı birbirlerine. Aileler parçalanıyordu. Öyleydi çünkü aynı ataerkil aileden bazıları kalıyor, bazıları gidiyordu. Son derece hüzünlü ve duygusal bir vedalaşma gerçekleşiyordu. ‘’Aman bizi unutmayın, yerleşince bize ulaşmanın bir yolunu bulun.’’ Diyenler. ‘’Belki bir daha görüşemeyiz, hakkınızı helal edin.’’ Diye helallik isteyenler kopamıyorlardı birbirinden.
Göç, büyüklerle birlikte göç etmekte olan ailelerin çocuklarını da etkilemişti. Mahalle arkadaşlarımızdan ayrılıyorduk. Üzülmeli miydik, sevinmeli miydik? Büyüklerimiz sevinmemiz gerektiğini söylemişlerdi. Her bakımdan özgür olacak ve daha güzel günler görecektik, öyle denmişti. Ben büyüklerimiz gibi düşünmüyordum. Göçlerin olumsuz etkilerinden söz edenler vardı.
Sarıldıklarımızdan bir türlü ayrılamadığımız gören Halil dedem ‘’Ayrılın artık birbirinizden, yolcu yolunda gerek. Üstelik ayaz var.’’ Dedikten sonra yaklaşık 10 aile Şumnu tren istasyonuna götürmek üzere bizi bekleyen üstü açık bir kamyon kasasına yerleşmeye geldi.
Kasanın en korunaklı yerine yaşlılar ve çocuklar yerleştirildi. Sonra kadınlarımız, en arkaya da ailelerin büyükleri yerleşti. Kamyon harekete geçtiğinde koyunlar gibi birbirimize sokulmuş, ısınmaya çalıştık yolculuk boyunca…
Oldukça korunaklı giyinmemize rağmen, köyümüzle Şumnu arasındaki 55 km’lik yol boyunca yüzümüze vuran rüzgâr ve her tarafımıza işleyen ayazdaki rüzgârla donmamak için iyice yaklaştık birbirimize.
Yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra, saat 16’da Şumnu tren garına ulaştık. Gar ana baba günüydü. Karagözler dışında, diğer köylerden gelenlerle birlikte 700-750 kişilik bir göçmen grubu vardı.
Ayazın iliklerimize işlediği yolculuk boyunca, Şumnu’da trenlere bindiğimizde ısınırız diye avutmuştuk kendimizi. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Yeni bir kara tren tahsis edilinceye kadar bekleyecektik…
24 Nisan 1951 Salı, Şumnu …
Konuşmalardan anladığım kadarıyla Şumnu Tren garında yaklaşık 8 saat bekledikten sonra bize tahsis edilen kara tren gelmişti. Bekletilme işkencenin şekil değiştirmiş biçimiydi. Ne çare ki düşmüştük yollara. Özgürlük oldukça pahalı bir edinim olmalıydı. Bedel ödenmeliydi.
Bekleme süresince anamla en küçük kardeşim Şaban’ın sürekli öksürükleri dikkatimi çekmişti. Özellikle anamın durumu kötüye gidiyor gibi geldi bana. Isınmalıydık. Özellikle kardeşlerim ve anam ısıtılmalıydı. Kadınlar ve çocuklar Gar bekleme salonunda koyunlar gibi birbirimize iyice sokularak ısınmaya çalıştık. Yetişkin erkekler ve aile reisleri de kendilerine uygun korunaklar bulmaya çalıştılar.
Gar ışıklarının yanı sıra gökteki yıldızlardan da gelen ışıkların ve korkunç ayazın sürdüğü salı günü saat iki ikibuçuk sularında gelen kara trenin vagonlarına çok sınırlı bir zamanda yerleşmemiz istendi. Çok üşüdüğümüz için ivedilikle kendimizi vagonlara attık. Yetişkin erkekler ve babalarımız evlerimizden yanımıza alabildiğimiz eşyalarımızla ilgileniyorlardı.
Ne var ki yaşlılarla küçük çocukların vagonlara yerleştirilmeleri nedeniyle eşyalara ayıracak pek fazla zaman bulamamışlardı. Onlarca ailenin eşyaları düzensiz ve rasgele yerleştirilmiş, bu düzenleme sırasında kıymetli bazı eşyalar kaybolmuştu. Babalarımızın konuşmalarından, bazılarının da istasyondaki görevlilerce alındığını anlamıştım.
Kaybolan denkler ve eşyalar konusu nedeniyle ancak saat sekiz civarında yolculuk başladı. Uyku tutmamış, içim içime sığmıyordu. Bir an önce, herkes gibi ben de, Türkiye’de olmak istiyordum. Şimdilik beklentimiz, özgürlükten çok, ısınacağımız bir yere ulaşmaktı. Hiç olmazsa dondurucu ayazlardan kurtulmayı umuyorduk…
Ne zordu göçmen olmak, diye düşünmüştüm…
26 Nisan 1951 Perşembe, Edirne…
Şumnu Edirne arasındaki yaklaşık 300 kilometrelik yolu 24 saatte tamamlayarak, perşembe günü saat sekizde Karaağaç’tan Türkiye’ye, Anavatana giriş yapıldı. Hem bizler hem de bizleri karşılayanlarla birlikte sevinç çığlıkları atıldı. Bayram çocuklarına dönmüştük aile büyüklerimizle birlikte.
Başta babam ve dedem olmak üzere, trenden inenler, hemen yerlere kapanıp, toprağı öptüler. “Şükürler olsun vatanımız geldik, Dinimiz kurtuldu, esaret sona erdi…” diyerek yüzlerini toprağa sürdüler uzun süre.
Öncelikle yaşlılar, kadınlar ve küçük çocuklar kamyonlarla acilen Edirne Göçmen Misafirhanesine gönderildiler. Anamla en küçük kardeşimiz Şaban ve Mustafa da gönderilenler arasındaydı. Yatak, yorgan ve kap kacaktan oluşan denklerimiz vagonlardan indirilip, gardaki depolara istiflendi. Ardından bizler de misafirhaneye götürüldük.
Muhacirhanede kahvaltı yaptırıldıktan kısa bir süre sonra, başta hastalık belirtisi olanlar olmak üzere, herkes sağlık kontrolü için sıraya girdi. Muhacirler ayrıntılı bir muayeneden geçirilerek tüberküloz, soğuk algınlığı, ishal ve kızamık gibi bulaşıcı sağlık sorunlarının olup, olmadığı araştırılıyordu. Hastalık teşhisi konulanlar revire gönderildi. Yolculuk boyunca öksüren ve oldukça halsiz düşmüş olan anam da revire gönderilenler arasındaydı.
Henüz iki yaşını bitirmiş olan kardeşimiz Şaban anamdan zor ayrıldı. Cemile Teyzem ve Fatma nenem zorla anamdan ayırdılar Şaban’ı. Kerim dayım da yaptığı komikliklerle ayrılmasına yardımcı oldu.
27 Nisan 1951 Cuma, Edirne…
Muhacirler önce Edirne Göçmen Misafirhanesinde konaklamakta, kimlikleri yeniden düzenlenmekteydi. Bir başka deyişle, yeniden doğmaktaydılar Türkiye sınırları içinde.
Balkanlardan gelen muhacirlerde aile reisi, babasının adını soyadı olarak kullanmaktaydı. Oysa Türkiye’de Soyadı Kanunu uyarınca baba adı soyadı otomatik olarak alınamıyordu.
Bulgaristan’dan kurtulmanın şerefine Halil dedem ailesine ‘’Kurtuldu’’ soyadını aldı. Babam Bulgar mezaliminden kurtulmak için yaptığımız göçü bir akın olarak değerlendirmiş olacak ki ailemize ‘’Akıncı’’ soyadını almıştı.
Edirne’ye girdiğimizde ”Ahmet Mustafa Durgud” ailesiydik. Bundan böyle Ahmet Akıncı Ailesi olarak Türkiye’de yer alacaktık. ”Ahmet Mustafa Durgud” Ailesi yok olmuş, ‘’Ahmet Akıncı’’ Ailesi olarak ortaya çıkmıştık. Bütün ailelere verilen doğum kağıdıyla da resmileşmişti.
27 Nisan 1951 Cuma günü, Tarım Bakanlığı Edirne Toprak ve İskân Müdürlüğü tarafından, 27 Nisan 1952 tarihine kadar geçerli olmak ve doğum kâğıdı yerine geçmek üzere, bütün Karagözlülere muhacir kâğıdı verilmişti. Yine aynı kurum ve aynı tarihli Tabiiyet Beyannamesi’nde iskân şeklimizin serbest göçmen olduğu, adres olarak da Maraş İlinin gösterildiği görülüyordu.
İki gece konakladığımız Edirne Göçmen evi 360 kişilik kapasitesine karşın, yaklaşık 800 kişiyi oldukça kötü koşullar altında barındırdı. Başka seçeneği de yoktu. Yoktu çünkü sürekli muhacir geliyordu Bulgaristan’dan.
Yolculuk boyunca öksürmekte olan anamda, misafirhane revirindeki doktorlar, o günlerin deyimiyle, ‘’ince hastalık-verem’’ başlangıcı bulmuşlardı. Sağlıksız ve dondurucu soğuklarda balık istifi yolculuk sırasında mikrop taşıyan bir başkasından kapmış olmalıydı anam hastalığı.
İnce hastalık olarak da bilinen ‘’verem’’ Ana’ma enfeksiyon kaynağı başka bir hastanın öksürmesi sonrasında, havada asılı kalan verem mikrobunun geçmesiyle geçmişti. Sağlıklı birinin havada asılı kalan mikrobu soluması hastalanması için yeterliymiş. Öyle söylemişlerdi revirdeki doktorlar babama.
Hastanede ilk iki ayda ağızdan alınan 4 tür ilaç ve hastane sonrasındaki 4 ayda da iki tür ilaç ile toplam altı ay süren tedavi uygulanması gerekiyormuş. Tedavi aksatılmadan düzenli ilaç kullanıldığında, hasta taşıyıcı olmaktan çıktığı gibi, hastalık tamamen iyileşirmiş. Bu nedenle anamın en az iki ay süreyle hastanede kalması gerekiyormuş.
Bu durumda babam da Edirne’den ayrılamayacak, anamın yanında refakatçi olarak kalacaktı. Biz üç kardeş Halil dedemlerle Maraş’a gidecektik. Bu ayrılık 2 yaşındaki kardeşimiz Şaban için çok zor olacaktı…
Sahi, Maraş nerede, nasıl bir yerdi acaba?