6 Temmuz 1955 Cumartesi, Mersin…
1955’lerde sosyo-ekonomik açıdan iki Mersin vardı. Birincisi, Uray Caddesi çevresinde yapılaşmış olan Eski Mersin Bölgesi, diğeri çırçır ve dokuma sanayilerine işçi sağlayan gecekondu bölgeleri. Yaşadığımız Göçmen barakaları ikinci gruba giriyordu.
Adana-Mersin Demiryolu hattının Bağdat Demiryollarına entegre olmasıyla ülkenin en önemli ihracat-ithalat merkezi olan Mersin, doğal olarak kültür merkezlerini de beraber getirecekti. Halk Evleri en önemli kültür merkezleriydi.
Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde uzun süren bir bağımsızlık mücadelesinden sonra kurulmuştu. Bu nedenle Atatürk, ülkenin bağımsızlığını kazanmasından sonra çağdaş medeniyetler seviyesine çıkması için oldukça kapsamlı Devrimler gerçekleştirmişti.
Devrimlerini benimsemiş ve içselleştirmiş bireylerin yetişmesi için de ülkenin her yerinde halkevi adı verilen sosyo-kültürel kurumları açılmıştı.
19 Şubat 1932 tarihinde açılmaya başlamış olan bu kurumların sayısı, kısa sürede hızla artarak, Menderes yönetimince kapatıldıkları 1951 yılında 478’e ulaşmıştı.
Bunlardan birisi de 24 Şubat 1933 tarihinde açılmış olan Mersin Halkevi idi. Mersin Halkevi de diğer halkevleri gibi cumhuriyet değerlerini benimsemiş bireylerin yetişmesi ve yapılan inkılâpların toplum tarafından özümsenmesi için yoğun bir şekilde faaliyet göstermişti.
Mersin Halkevi’nin süreli yayını olan “İçel” dergisi çalışmalarının yanı sıra Atatürk Devrim ve İlkelerini de anlatmıştı okuyucularına.
1944’lerde Mersin Valisi Tevfik Sırrı Gür’ün Türkiye’ye armağan ettiği Mersin Kültür Merkezi şehrin en güzel yapılarından biriydi. Planıyla, estetiğiyle verimliliğiyle ve yer seçimiyle bir mimari şaheserdi.
Akdeniz kıyısında, Çamlıbel Mahallesinin göz bebeği idi. Uzun yıllar Halkevi olarak kullanılan merkez Mersin İl Halk Kütüphanesi’ni de içinde barındırıyordu. Halk Evlerinin 1951’de kapatılması ve varlıklarının hazineye devrinden sonra İl Halk Kütüphanesi Mersin Tren İstasyonu arkasındaki tarihi binaya taşınmıştı.
Sahilde dolaşan öğrenciler, bir süre sonra kütüphaneye uğrar, kendilerine uygun kitaplardan birini alır, denizi görecek bir pencere kenarına oturarak okurdu. Bazen de ödünç aldığı kitabı Alman İskelesi’ne oturup, ayaklarını denize daldırdıktan sonra okumaya başlardı. Ben de onlardan biri olmuştum zamanla.
Hem çocuk kitapları okuyor hem de Mersin ile ilgili yazılar bulmaya çalışıyordum. Ben bulabildiğim her şeyi yutarcasına okuyordum. Her zaman meraklıydım. İlgi alanlarımdan biri de yerleşmeye çalıştığımız Mersin kentiydi.
Bir balıkçı köyünden modern bir kente dönüşmekte olan Mersin’i de tanımaya çalışıyordum. Nasıl olmuştu da bu kadar ilgi çekici ve işçi kentine dönüşmüştü?
Sorusu bana aylarca kaldığımız pamuk tarlalarını ve yapılan pamuk hasadını hatırlatmıştı.
Hammadde olarak pamuk ile mamul madde olarak iplik ve tekstil ürünlerinin dünyaya pazarlanması gerekiyordu. Bu da dönüşümü gerektiriyordu. Dönüşümde en büyük rolü pamuk üretimi ve Mersin limanı oynamıştı.
Beyaz altın olarak tanımlanan Pamuk, lifleri için yetiştirilen değerli bir tarım bitkisiydi. Dokuma sanayinin en önemli hammaddelerinden biri olan pamuk lifleri, ucuzluğunun yanı sıra kolayca eğirilebilen doğal bir büküme sahipti.
Dokunmadan önce özel bir işlem gerektirmemesi, yıkanmaya karşı dayanıklılığı ve yünden daha sağlam olması gibi üstün niteliklerinden ötürü gerek kumaş, gerek öbür dokumaların üretiminde yaygın olarak kullanılıyordu.
Her ne kadar günümüzde, naylon, reyon ve polyester gibi yapay lifler dokumacılık alanında önemli bir yer tutuyorsa da, dünyada hâlâ milyonlarca insan geçimini pamuk tarımından ya da pamukla ilgili bir işten sağlanmaktadır.
Giderek artan pamuk üretimine karşılık, liflerin tohumlardan ayılması işleminin elle yapılıyor olması pamuğun işlenip satılmasını çok yavaşlatıyordu.
Sonunda, 1793’te Eli Whitney adında bir Amerikalı mühendis “çırçır” denen bir makine geliştirerek pamuk liflerinin elle ayıklanmasına son vermişti. Tek bir kişinin çalıştırdığı bu makineyle 5060 işçinin elle yapabileceği iş kolayca yapılabiliyordu.
Whitney’in çırçır makinesi sayesinde pamuk üretiminin hızla artması, elde edilen pamuğu eğirmek ve dokuyabilmek için daha hızlı ve daha nitelikli tezgâhlara gereksinim doğurdu; bu alandaki yenilikler ve buluşlarla pamuklu dokuma sanayisi dünyanın en büyük sanayi dallarından biri durumuna gelmişti.
Pamuklu dokuma sanayisi 18. yüzyılda İngiltere’de gerçekleşen Sanayi Devrimi’nin öncü sanayi kollarındandı. Türkiye’de ilk kez 19. yüzyıl başlarında Çukurova bölgesinde ilkel yöntemlerle başlayan pamuk üretimi 1833’te Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın Çukurova yöresini ele geçirmesiyle gelişmeye başlamıştı.
1860 yılından itibaren Süveyş kanal inşaatının başlaması, o güne kadar küçük bir balıkçı köyü halindeki Mersin’i birden öne çıkarmıştı. Suya dayanıklı en sağlam kereste olan sedir, katran olarak ta anılan ağaçtı. Lübnan’ın simgesi olan bu ağaç Lübnan dağlarının yağmalanması sonucu azalınca, Torosların yüksek tepeleri yeni kaynak olarak gözlerin Mersin’e dönmesine yol açmıştı…
Mısır’daki Süveyş kanalı başta olmak üzere doğu Akdeniz’in diğer tersanelerinin ihtiyaç duyduğu kereste dağların yüksek yerlerinden kesiliyor, şimdilerde can çekişen Müftü deresi üzerinden deniz kıyısına ulaştırılıyordu.
Herhangi bir iskele olmadığı için gelen gemilerin kıyıya mümkün olduğunca yaklaşması ve denize giren taşıyıcı işçilerin sığ sularda gemiyle, kara arasında yük taşıması gerekiyordu. Bu ise önemli gecikmelere ve maliyetlere neden oluyordu. Çözüm Mersin limanının ve iskelelerinin yapılmasından geçiyordu. Böylelikle Mersin dünya ticaretine entegre oluyordu. Bu sonuç yabancıların Mersin’e olan ilgilerini arttırmıştı.
1864’te Fransızlarca kurulan ilk çırçır fabrikasını İngilizler ’in Adana, Mersin ve Tarsus’ta kurdukları öbür fabrikalar izledi ve daha sonra başka pamuk işleme tesisleri kuruldu.
Zelviyan ve Miğırdiç Kardeşler tarafından kurulan bir çırçır fabrikası 1944 yılında Mustafa Güleç adında bir işadamı tarafından işletilmeye başlamıştı. Fabrika yılda 500 ton pamuk işleme kapasitesine sahip olup, 64 beygir gücünde bir lokomobil ile çalışmaktaydı. Abdülkadir Perşembe tarafından 1937 yılında kurulmuş diğer bir çırçır fabrikası da 50 beygir gücünde bir dizel motorla çalışmakta olup, yılda 500 ton pamuk işliyordu.
Çukurova Grubu’nun kurucuları Eliyeşil ile Karamehmetler, Tarsus’un büyük toprak sahipleriydi. İki ailenin ilk ciddi girişimi, 1887’de kurulan azınlıklara ait Mavromati ve Şürekâsı İplik Fabrikası’nın 1925’te devralınmasıydı.
Eliyeşil ve Karamehmetler, Çukurova Sanayi İşletmeleri’ni kurarak bölgede gayrimüslimlerden sonra sanayiye ilk adım atan Türk ailelerdi. Türkiye’nin en eski ve en büyük tekstil yerleşkelerinden biri olan bu tesisler, 1925’te sadece 50 çırçır ve 5 bin iğlik kapasiteye sahipti.
1932’de büyük bir değişim geçiren fabrika, Türkiye’nin ilk modern tesisi hüviyetini kazandı. 1940’lara doğru tarım araçları temsilciliği işine girdiler. Asıl büyük atılım iş makineleri acenteliğiyle geldi. 1949’da işçi sayıları 3 bine ulaşmıştı.