16 Temmuz 1955 Cumartesi, Mersin…
İlkokul ikinci sınıfı okuduğumuz, Yer fıstığı ambarı Osmaniye’den geleli yaklaşık 35 gün olmuştu. Anam hastanede, babam günübirlik iş bulursa çalışan biriydi. Sabahın erken saatlerinde amele pazarına giderdi. Gümrük Meydanı amele pazarlarından biriydi.
Arkadaşlarımızdan bazılarının ana-babaları çırçır fabrikasında çalışıyordu. Babam da çalışmak için başvurmuştu ama işçi alım mevsimleri geçmişti. Okuma yazması olmadığı gibi herhangi bir dalda uzmanlığı da yoktu. Amele pazarında, bulabilirse, günlük işlere gidiyordu.
Her biri farklı meslek gruplarında olsa da verilecek herhangi bir işi yapmaya hazır durumdaki ameleler, pazara işçi alımı için gelecek olan işverenlerin yolunu gözlerdi. İçlerinde en şanssız olanlar, mesleği olmayan beden işçileriydi. Babam onlardan biriydi…
Bir günlüğüne de olsa evine ve çocuklarına ekmek götürebilmenin telaşı içinde olan işçiler, İşverenin, işçi pazarına gelmesiyle umutlanırlar, öne çıkmaya ve işverenin gözüne çarpmaya çalışırlardı.
İşverenler, bazen bir günlük bile olsa, yapılacak işe göre pazarda bulunan işçilerin fiziksel özelliklerini inceleyip kendine uygun olanları yanına alarak götürüyordu.
Seçilen işçiler, bir günlüğüne olsa da ekmek parası kazanmanın mutluluğuyla işe koyulurken, seçilmeyen babam gibi işçiler ise hüzünle, boynu bükük olarak bir sonraki günü beklerlerdi.
Göçmen Barakalarındaki çocukların büyük bir bölümünü tanımış ve 10-15 arkadaşımız olmuştu. Aralarında, uzun yıllar en iyi arkadaşım olacak olan İsmail Tunalı da vardı.
Hastanedeki anamı günaşırı ziyarete gidiyorduk. Her geçen gün sağlığının daha iyiye gittiği görülüyordu. Öyleydi çünkü hastane ortamında iyi beslendiği gibi ilaçları da dozunda ve zamanında veriliyordu.
Bir aya kalmaz taburcu olur demişlerdi hastane yetkilileri. Edirne Göçmen Misafirhanesinde kaldığı iki ayda yenmişti ince hastalığı. Burada da yenecek ve evimize dönecekti inşallah…
Göçmen barakalarında anasız yaşam zorluyordu. Yıkanmak, çay pişirmek, yemek yapmak, çamaşır ve bulaşık yıkamak için evimizde, evlerimizde çeşme yoktu. Büyük bir su sorunumuz vardı.
Yanımızdan geçen derenin suyu yeterli olmadığı gibi, bir süre sonra bazı aileler keneflerini derenin üzerine kurdular. Oldukça uzak çeşmelerden kovalarla taşıma zorunluluğu doğmuştu.
Çırçır fabrikasında ustabaşı durumuna geçen Kerim Dayımın ekonomik durumu biraz daha iyiye gidince, 12 metreden su çıkaran bir tulumba kurdu bahçesine. Böylece su sorunu çözüme kavuştu.
Barakalarda yaşam zordu çünkü çırçır ve iplik fabrikalarına vardiyalı işe gidenlerin küçük çocukları da evde yalnız kalmak zorundaydı. Bereket imece usulünün ve yardımlaşmanın geçerli olduğu yıllardı. Aileler birbirini yakından tanıdıklarından, çocuklarını rahatlıkla emanet ediyorlardı işe gitmeyenlere. Anam hastanedeydi ama nenem sahip çıkıyordu bize.
Çırçır ve tekstil fabrikalarında uygulanan vardiyalı çalışma sisteminde uykuya uyum sorunları da ortaya çıkardı. Saat 16-24 vardiyası bir süre sonra 24-08 vardiyasına ve sonrasında da 08-16 vardiyasına dönüşürdü.
Sürekli olan bu zaman döngüsüne uyum sağlamak hem zor, hem de zaman alırdı.
Nenem dayımlarla birlikte bizimle de ilgileniyordu gücü yettiği oranda. Biz de O’nu yormamaya çalışıyor, bazı işlerinde yardımcı oluyorduk. Eve su getirme, ekmek alma, çöpleri uygun bir yere götürüp dökme gibi işlerde yardım ediyorduk.
Barakaların ön cephesinde, Beşyol Kahvesine bakan küçük bir bakkal vardı. Nezir Ağa dediğimiz, babam yaşlarında biri tarafından işletiliyordu. Hüseyin dayım, babamla beni tanıştırmıştı Nezir Ağa ile.
Nezir Ağa’nın bir veresiye defteri vardı. Babam Ahmet Akıncı adına açılmış bu veresiye defteriyle bakkala gider, asgari ihtiyaçlarımızı alır, Nezir Ağa da deftere yazdıktan sonra tekrar bize geri vererek eve dönerdik.
Aybaşından aybaşına hesap kesilirdi. Anamın hastanede olduğunu bilen Nezir Ağa, bazı aybaşlarında yaptığımız ödemelerdeki yetersizlikleri bir sonraki aya aktarma nezaketini gösterirdi.
Ekonomik yönden fukara olan insanların gönüllerinin zengin olduğu yıllardı. İyi ki öyleydi. Fukaralığımızı ve çaresizliğimizi unutturuyorlardı…