23 Ocak 1954 Cumartesi, Misli (Konaklı)…
Bugün öğleden önce karnelerimiz dağıtıldı. Kardeşimle ben bütün derslerimizden ”Pekiyi” almıştık.
İlkokul birinci sınıfa başladığımız 21 Eylül 1953 Pazartesi gününden bu yana geçen 5 aylık eğitim ve öğretim yılında oldukça yol almıştık. Birinci sınıftaki bütün arkadaşlarımız okuma yazmayı sökmüş, mektup yazar hale bile gelmiştik. Anam çok sevinmişti, babamdan gelen mektupları okuyacak birini bulma gereği ortadan kalktığı için.
Gelecek yaşamımda önemli bir yeri olacak Osman arkadaşımla önce bize uğradık. Anamın ellerini öpüp, hayır duasını aldıktan sonra Osman’ın anası Hatice Teyze’ye uğrayıp, ellerini öpüp, onun da hayır dualarını aldık.
Hatice teyzelerden eve dönerken zihnim beni zamanda geriye, ilkokula başladığımız günlere ve sonrasına götürdü. Zoru başarmıştık, başarmak zorundaydık. Osmaniye’de günlük işçi olarak çalışmakta olan babamın dediği gibi, okumak kurtuluşumuz olacaktı.
Bir ay önce babamdan aldığımız mektuba göre, sürekli günlük iş bulabildiğini, önümüzdeki yaz tatilinde bizi Osmaniye’ye alacağını yazmıştı.
Bizim gibi Göçebe ailelerin yemek ve çalışma masaları olmazdı. Olamazdı çünkü göç esnasında taşınma sorunları yaratırlardı. Her taşınmada en az yer kaplayan küçük denklere ihtiyaç vardı.
Öyle ki bazen yaptığın denkleri sırtında taşımalıydın Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak inen dağ köylülerinin yaptığı gibi. Masaları sarıp, sarmalayıp denk haline getiremezdiniz.
Ergenekon Destanıyla başlayan göç hareketimiz, Osmanlı Beyliğinin 1300’lü yıllarda Bizans’a yakın sınır bir bölgede ortaya çıkmasıyla sürmüş ve Rumeli’ye geçiş, Osmanlı Devleti’nin büyümesinde en etkili rolü oynamıştı.
Osmanlının güçlü olduğu 1300’lü yıllarda balkanlara doğru başlayan göç, 1683’teki İkinci Viyana Kuşatmasından sonra tersine dönmüştü.
Ergenekon’dan çıkışla başlayan ve yaklaşık 1600 yıl süren göç hareketlerinde yemek ve çalışma masası gibi yüklere yer yoktu. Anadolu insanı bu yüzden yer sofrası kullanırdı.
Ancak Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu Cumhuriyetle birlikte yerleşik düzene geçtikten sonradır ki yemek ve çalışma masası kullanılmaya başlanmıştı. Hala varsıl olmayan bizim gibi göçebe ailelerde ve birçok yörede yemek yer sofrasında yenmekteydi.
Misli ’de Yemek yer sofrasında yendiği gibi ödevlerin yapılması da yerde, yüzükoyun yatılarak yapılırdı. Sonraki aylarda, her nasılsa elde ettiğimiz plastik bir leğeni ters çevirerek üzerinde yazmaya başlamıştık.
Yerleşik düzene geçinceye ve kardeşimle ben evleninceye kadar, babam Ahmet Akıncı’nın evinde yer sofrası kurulmuştu. Bizler evlendikten sonradır ki babam, satın almak yerine, sandalyeleriyle birlikte yemek masası da yapmıştı.
Kış aylarında gündüzler kısa, geceler uzundu. Karanlık basmadan ödevlerimizi bitirmeye çalışır, genellikle bitirirdik te. Aralık ayında, okul çıkışı eve ulaştığımızda hava kararmış olurdu. Ödevlerimizi yapmak için gerekli olan ışık mumlar ya da fitilli gaz lambalarıyla sağlanırdı.
Öyleydi çünkü 1950-60’lı yıllarda İç Anadolu köylerinde elektrik yoktu. Yoksul ailelerde fitilli gaz lambaları, varsıl ailelerde kandiller kullanılırdı.
Yeni kuşakların pek bilemeyeceği fitilli gaz lambaları beş parçadan oluşurdu. En altta küçük bir gaz tankı, hemen üzerine eklenmiş bir gaz ayar çarkı, çarkı da içine alan gaz deposu, çarkın içinden geçerek şişenin içine giren yassı bir fitil ve en üstte, alevi koruyacak ince ve kırılgan gaz lambası şişesi.
Türkiye’ de 1800’lü yılların sonlarına doğru ev, dükkân ve kahvehanelerde gaz lambaları ile aydınlatma yapıldığını öğrenmiştim sonraki yıllarda.
1900’lü yılların ortalarında Türkiye’de beş milyona yakın gaz lambası tankı ve şişesi üretildiği söylenmişti. Ancak bu tarihlerde üretimine devam edilen bir diğer gaz lambası çeşidi daha vardı.
Bunlar şişesi olmayan, ancak yine gaz yardımı ile ateşlenen lambalardı. Bu tip lambalar, içine gaz konulan bir tanktan, fitilin dışarı uzanmasına yarayan delik veya deliklerden oluşur ve daha çok ‘kandil’ adıyla anılırdı.
Kandil ve fitilli lambalarda kullandığımız gazyağını idareli kullanmak önemliydi. Önemliydi çünkü sadece bir bakkalın bulunduğu köyde gazyağı bulmak da pek kolay değildi. Bulsak bile bazen paramız olmazdı.
Bereket o dönemlerde bakkalların veresiye defterleri olurdu da sorun, zamanında ödediğin sürece, sorun olmaktan çıkardı.
Kara ikliminin hüküm sürdüğü kış ayları Misli Köyünde oldukça zorlu geçerdi. Bir giriş ve iki odamızın olduğu evimizde bulunan sobamızda yakıt olarak saman ya da tezek kullanmıştık.
Genelde büyükbaş hayvanların dışkısıyla kolay tutuşsun diye içine biraz ot ve saman karıştırılarak yapılan ilkel bir yakıt türüydü tezek. Ekmek Teknemiz olarak adlandırdığımız bir çift öküzün dışkılarının yanı sıra, okul açılmadan önce köyün büyükbaş hayvanlarının peşinde koşturarak, yollara bıraktıkları dışkılarını toplamıştık.
Buğday hasadından bize kar kalan samanla karıştırarak bir hayli tezek yapmıştık. Çok mecbur kalmazsak günde bir defa soba yakardık idareli kullanalım diye.
Sobaya attığımız tezek 15-20 dakika sonra ömrünü tükettiği gibi ürettiği ısı enerjisi de 45-50 dakika etkisini sürdürürdü. Bu süre içerisinde ödevlerimizi bitirirdik. Bitiremezsek yatağın içinde tamamlardık.
Babamım Osmaniye’de olduğu bu dönemde beslenme konusuna gelince, buğday hasadının yarısını una çevirmişti babam, ekmek sorunumuz yoktu. Bol miktarda mercimeğimiz ve patatesimiz de vardı. Daha ne olsundu…
Pamuk tarlalarındaki koşullarımıza göre oldukça iyi durumdaydık. Rahmetli babam kış ortalarına doğru biraz para da göndermişti. Bayram etmiştik. Eksiklerimizi tamamlamış, rahatlamıştık.