29 Kasım 1970 Pazar, Isparta…
Bugün, derslerine girdiğim Isparta Sanat Enstitüsü öğrencilerinden bazılarının evlerini görmeye gittim.
Evlerini ve yaşam koşullarını görme isteğim, istediğim başarıyı alamamış olmamdan kaynaklanıyordu. Sosyal yapılarını ve yaşadıkları sosyal ortamı görüp, tanımak çözüme katkıda bulunabilirdi.
Öğrencilerimin meslek sahibi olmak amacıyla ailelerinden ayrılıp, üç beş öğrencinin ortaklaşa kiraladıkları evlerindeki yaşamları, başarı ya da başarısızlıkları üzerinde etkili olmalıdır diye düşünenlerdendim.
1863 yılında Mithat Paşa, Valisi bulunduğu Niş’te ilk sanat okulunu kişisel teşebbüsleriyle “Islahhane” adı altında kurmuştu.
O günden bugüne ülkemizdeki sanat enstitüsü öğrencileri fakir fukara ailelerin çocuklarından oluşmaktaydı.
Bu aileler çocuklarının en kısa sürede birer zanaat edinerek üretime ve ailelerine ekonomik katkıda bulunmalarını amaçlamıştı.
Evlerine konuk olduğum bazı öğrencilerimin ailelerinin hafta sonlarında sağladıkları ya da sağlamaya çalıştıkları yiyecek ve içecekleri asgari ölçüde sağlanmıştı ama yakılacak odun ve kömürleri yoktu. Yatağın içinde ders çalışmak zorunda kalıyorlardı.
Bazı öğrencilerimin evlerinde, sınırlı da olsa ısınma problemi çözülmüş gibiydi ama yiyecek ve içecekleri yeterli değildi ya da hiç yoktu. Aileleri ya zamanında gönderememiş ya da gönderecek bir şeyler bulamamışlardı.
Öğrencilerimin durumları beni derinden yaraladı. Simit sattığım, ekmeksiz aşsız kaldığım günlere bir yolculuk yapmak zorunda kaldım.
Simit satmış, ayakkabı boyamış, Yaşar Kemal’in Çukurovası’nda mevsimlik işçilik yapmış, lise ve üniversite öğrenciliğimin bir bölümünde çapa yapmış, tırpan sallamıştım ama vazgeçmemiştim.
Vazgeçerseniz kaybedersiniz…
Öğrencilerimin vazgeçmemesi için bir şeyler yapmalıydım…
Okulun döner sermayesini devreye sokarak, bu çocuklara hiç olmazsa öğle yemekleri yerine birer tas çorba çıkaramaz mıydık?
Okul Müdürü Sezai Yalınes ile bu durumu konuşmalıydım…
*****
Bilindiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda da, 18. Yüzyılda meslekî ve teknik eğitim, çeşitli sanat ustalarının dükkanlarında, çıraklıktan başlayan bir gelişim sürecini ifade etmekteydi.
”Eti senin kemiği benim” denilerek verilen fukara ailelerin çocukları kendilerine ekmek kapısı açacak bir sanat edinmeye çalışıyorlardı.
Sanat Enstitüleri öğrencileri de, Isparta çevresindeki kasaba ve köylerinden gelen, halkın ekonomik yönden en düşük gelirli ailelerin çocuklarıydı. Sanat ustalarının yanında çıraklık eğitimi almak yerine sanat Enstitüsü’ne gelmişlerdi.
Osmanlı İmparatorluğu’nda da başlangıç, Islahhanelerdeki çocukların bir zanaat sahibi olmaları amacıyla başlatılmıştı Sanat Enstitülerinin ilk çekirdekleri. Yani en fukara çocuklarla, ıslaha muhtaç çocuklarla başlatılmıştı.
Önce çıraklık eğitimi alan bu çocuklar, arzulanan aşamayı geçmişlerse, ardından kalfalık ve ustalık aşamalarını tamamlayarak, zanaat sahibi olabilmekteydiler.
Zanaat sahibi olan fukara çocuklarını koruyucu bir örgüt, meslekî tarihimizde İmparatorluğun önemli çekirdek kuruluşu olarak Ahilik geleneğini kucaklamaktaydı.
Ahilik, hem ekonomik hayatı düzenlemekte hem de bireylerin meslek sahibi olmaları ve ekonomik koşullarının iyileşmesinde önemli rol oynamaktaydı.
Ahilik çatısı altında kurulan loncalarda mesleğe sadakat, gelenek ve göreneklere bağlılık gibi çeşitli ahlaki kurallar gözetilmekteydi. Kurallara uymayan kimselere ise para cezası, loncadan çıkarılma, gerçekleştirilen sanattan alıkonulma gibi ağır cezalar verilmekteydi.
Toplum içerisinde meslek sahibi olanların ve mesleğini sürdürenlerin önemi ve gözetimi, o derece önemli bir olaydı…