30 Nisan 1962 Pazartesi, Çapa…

Kalbi kırık, yaşama sevinci kaybolmuş biri olarak uyandım bu sabah. Sabah kahvaltısında kendime gelir gibi oldum. ‘’Ne oluyorsun Akıncı? Ne badireler atlattın, bunu da atlatırsın…’’ Diyerek bayrak merasimi için okul bandosunda yerimi aldım.

İstiklal Marşı, Andımızın okunması sonrasında, okul müdürümüz Niyazi Akşit’in başarılı bir hafta dileklerinden sonra herkes sınıflarına gitti.

İdareden sınıf defterini aldım. Öğrenci zilinin çalmasıyla birlikte yoklama yapmaya başladım. Betül yoktu. Ders öğretmeni sınıfa girinceye kadar bekledim. Yoklama kağıdına yok yazdım.

Ders arasında Gülay yanıma yaklaşarak, Betül’ün çok üzgün olduğunu anlattıktan sonra devam etti.

– Cumartesi günü kendilerini takip ettiğine çok sinirlenen Betül kendini kaybederek, istemeden, sana hak etmediğin bazı sözler sarf etmiş Akıncı. Üzüldüğünü söyledi, ben de üzüldüm. Seni uyarmıştım ama beni dinlemedin.

-Ben de üzgünüm Gülay. Aslına bakarsan, Betül’ün söylediklerini hak ettim. Söylediklerini hazmetmem zaman alacak. Betül ile bundan sonra konuşamam. Lütfen kendisine çok üzgün olduğumu, herhangi bir biçimde kendisini rahatsız etmeyeceğimi ilet. Arkadaşıyla kendisini takip etmem aslında bana yakışmayan bir davranıştı. Çok üzgünüm…

Gülay iyi bir arkadaş olmanın yanı sıra dert ortağım da oldu. Kırık kalbimi onarmam konusunda da bir hayli yardımcı oldu.

Son dersten sonra Müzikhaneye inerek bir süre keman çaldım. İbrahim Kazan da oradaydı. Onunla dertleştim biraz. İbrahim’in yetim yurtlarında kaldığı dönemleri ile benim Çukurova’daki mevsimlik işçilik dönemi konuşulunca kalbimin kırık olmasının bir önemi kalmadı.

İbrahim’le yaptığımız sohbette zaman su gibi aktı gitti. Az daha akşam etüdünü unutuyorduk. Etüt saatinde kendimi bütünüyle derslerime vermeye çalıştım. Verdim de…

Share Button