5 Haziran 1960 Pazar, Karabucak Tarsus…

Anamla babamın fısıldaşmaları ve yanmış kireç kokusuyla uyandım.

Gözlerimi araladığımda karşılaştığım bembeyaz duvarlar hastanede olduğum duygusunu uyandırdı.

Bir an için nerede olduğumu anımsayamadım. İvriz’de miydim, Misli Köyü’nde miydim, yoksa Mersin’de miydim?

Mersin’de olamazdım, barakaların duvarları böyle bembeyaz değildi. İvriz aklıma geldiyse de ranzalardan birinde olmadığım gibi anamla babamın İvriz’de işi neydi?

Neredeydim acaba?

Bulgaristan’dan ayrıldığımız 1951’den beri sürekli yer değiştirdiğimiz için, bazı sabahlar kalktığımda nerede olduğum konusunda çekincelerim oluyordu.

Yatakta doğruldum, yanımda kardeşim Mustafa yatıyordu. Tavanıyla birlikte bütün duvarları bembeyaz ve pencereleri olmayan 0ldukça küçük bir odadaydık.

Sineklik olarak tanımlayabileceğim tel örgüden yapılmış kapısından giren ışıkla aydınlanmıştı yattığımız yer. Yattığımız odanın normal bir kapısı yoktu yani.

Yatakta bir süre oturup, odaya göz gezdirdikten sonra zihnimi toparlamaya çalıştım. Bir anda hatırladım. Zamanda geriye, 2 Haziran perşembe gününe gittim.

Kardeşim Mustafa Konya’dan gelmiş, babam da Tarsus Karabucak Okaliptüs Orman Fidanlığında başımızı sokacak bir yer ayarlamak için gitmişti.

Döndüğünde yüzü gülüyordu babamın…

Geçen yıl Göçmen barakalarından giden Şerife Teyze ile eşi Halil Amca nın kızı Zeynep Karabucak Fidanlık muhasebesinde çalışıyormuş. Yardımcı olmuşlar babama. Üstelik konaklama yeri de gösterebileceklerini söylemişler.

Cuma günü toparlanmış, cumartesi günü de eşyalarımızı yüklediğimiz bir kamyonetle, yaklaşık 40 km uzaklıktaki Karabucak Okaliptüs Orman Fidanlığına hareket etmiştik.

Tarsus’a girmeden, Berdan Nehri’nin kollarından birine paralel Karabucak yoluna girdiğimizde yolun iki tarafındaki okaliptüs ağaçlarının üstü kapalı bir koridor oluşturduklarını görmüştüm. Bu koridoru o kadar çok beğenmiş olmalıyım ki yıllarca aklımdan çıkmadı bir doğa harikası olarak.

Muhteşem okaliptüs ağaçlarının oluşturduğu koridordan gözümü ayırıp geriye döndüm. Toros Dağları, yaşamı sürdüren muhteşem bir anıt gibi görünmüştü.

Bu anıtsal dağların üzerindeki karlarının ilkbaharda erimesiyle birlikte ortaya çıkan milyonlarca metre küp su Seyhan, Ceyhan ve Berdan Nehirleriyle Akdeniz’e ulaşıyordu…

Akdeniz’e ulaşmaya çalışan bu nehir suları kimi zaman coşkulu bir biçimde akarken, kimi zaman da sel olup taşmaktaydı yataklarından.

Binlerce yıl bu taşkınların sıkıntısını çekmişti tarihteki Kilikyalılar ve şimdiki Çukurovalılar.

Berdan Nehri ise önce yolu üzerindeki Regma Gölüyle Tarsus’u bir liman şehri yapmış, sonrasında da taşıdığı alüvyonlarla bir bataklığa dönüştürmüştü.

Karabucak Okaliptüs Ormanı Regma Gölü bataklığı üzerine kurulmuştu.

Bu kez insanoğlu doğaya verdiği zararı telafi etmek için Regma bataklığını, ormana dönüştürerek, kurutma yolunu seçmişti.

Bataklıkta yüzlerce kanal oluşturulmuştu fazla suyu tahliye etmek için.  Ayrıca diğer ağaç türlerine göre daha çok su tüketen Okaliptüsler aracılığıyla bataklık kurutulma yoluna gidilmiş, Karabucak Güresin Ormanı ortaya çıkmıştı.

Ormanın neredeyse tamamını oluşturan ağaçların Okaliptüs cinsi de 1885 yılında ilk kez Türkiye’ye girmişti.

Akıncı Ailesi olarak, bataklık sonrası ortaya çıkan bu ormanın kanallarından birinin çevresindeki bir barakada yaşamakta olan Halil amcaların yanına eşyalarımızı indirmiştik.   

Hoşbeşten sonra Halil Amca ile Şerife teyze bize konaklama yeri olarak barakanın yanında oldukça büyük bir tavuk kümesini göstermişlerdi.

Kardeşim Mustafa ile benim hayal kırıklığımız yüzümüzden okunmuştu ki Halil Amca,

-Burasını yaşanacak hale getirip, yağmur çamurdan korunabilirsiniz. Sonraki günlerde daha iyi bir konaklama yeri bulabiliriz…

Hayal kırıklığımızın farkına varan babam da bir süre bizi izledikten sonra,

-Hadi bakalım çocuklar, burasını yaşanacak hale getirelim.

Demişti. Babam oldukça becerikli ve tevekkül sahibi biriydi. Ben de İvriz’de pek çok el becerisi edinmiştim.

Yaklaşık 12 metrekare büyüklüğündeki üstü kapalı tavuk kümesini başımızı sokacak hale getirebilirdik, getirmeliydik diye düşünmüştüm.

Kümesin içindekileri temizlemiştik ki Halil Amca bir teneke sönmüş kireç getirmişti duvarları mikroplardan arındırmak için. Kireç kullanılmış ve kümesin içi bembeyaz olmuştu.

Zaten pek fazla olmayan eşyalarımızdan, öncelikle yatak ve yorganlarımız yerleştirilmişti.

Havalar da oldukça güzeldi, eşyaların bir bölümü dışarıda kalabilirdi. Öyle de olmuştu.

Şerife Teyze bize akşam yemeği niyetine, Allah ne verdiyse bir şeyler de hazırlamıştı. Yemekten sonra bir demlik çay da ikram edince keyfimiz yerine gelmişti.

Tavuk kümesinden de olsa orman içindeki bir kanal kenarında başımızı sokacak bir yer edinmiştik.

Gecenin oldukça geç bir saatinde yataklarımıza girdiğimizde ‘’Bakalım yarın nelerle karşılaşacağız.’’ Demiş ve derin bir uykuya dalmak üzere yer yatağına girmiştim.

Anamın ”Mehmeeet, Mustafaaa…” sesiyle başlangıçta hastane odası sandığım tavuk kümesinden çıktım.

Okaliptüs ağaçlarının dalları ve yaprakları neredeyse gökyüzünü kaplamıştı. Meltem rüzgarlarıyla salınan yaprakların arasından şifreleme yapar gibi gözüme giren güneş ışığından yüzümü çevirince suyu şırıldayarak akan kanalı gördüm.   

Kümesten bozma 12 metrekarelik bir odadan çıkmama rağmen içimde bahar havası esti. Mersin’deki teneke mahallesindeki gecekondudan sonra burası biraz da cenneti andırıyordu.

Bulunduğum durumdan o an için mutluluk duymak gibi bir özelliğim vardı. Sorunlarla başa çıkmamı kolaylaştırıyordu bu özelliğim.

Anam yanmış kireç badanalı kümesten bozma yeni evimizin önündeki hasıra koyduğu siniye kahvaltılık hazırlamıştı. Ortalıkta çay ve çaydanlık yoktu. Ocak olmayınca çay da yoktu tabi.

Dere kıyısında elimi yüzümü yıkayıp,  Mustafayı uyandırmaya giderken  yerleşmemize önayak olan Şerife teyze Günaydın diyerek elindeki demlikle yandaki barakadan çıktı. Bize çay demlemişti.

Yüzüm aydınlandı, minnet duygularım kabardı. Anamın hazırladığı siniye demliği bıraktıktan sonra ‘’Başka bir ihtiyacınız olursa çekinmeden söyleyin.’’ Deyip yanımızdaki barakaya girdi.

Bir süre sonra da oldukça alımlı olan kızı Zeynep evden çıkıp ‘’Günaydın, afiyet olsun’’ Deyip fidanlık işletme şefliğinin yolunu tuttu. Orada çalıştığını söylemişti annesi.

Sessizce ve hızlıca kahvaltımızı yaptık. Halil Amca bizi Fidan dikim sahasına götürüp, Derviş Çavuşla tanıştıracaktı.

Share Button