
25 Ağustos 1951 Cumartesi, Hasanköy…
Eşyalarımızı kamyona yüklemiş olan kan ter içindeki babam etrafına bakındıktan sonra; ‘’Geç kalıyoruz, ananız nerede Mehmet?’’ Dedi. ‘’Buralardaydı baba…’’ Dedim ama anam yoktu ortalıkta. Saat de 9 olmuştu.
Alınan karar gereğince Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak gitme zamanı gelmişti. Diğer Karagözlüleri Çukurova’ya götürecek olan Elçi’nin kamyonu gelmiş, kamyona binmemizi bekliyordu. Ama anam yoktu ortalıkta.
Nereye gitmiş olabilir di? Aklıma mezarlık geldi ama dün en küçük kardeşimizin mezarını hep birlikte ziyaret etmiş, dualarımızı okumuş ve vedalaşmıştık.
Büyük bir telaşla aramaya başladık. ‘’Anamı gördünüz mü?’’ Diye sorduğumuz köylülerden biri ‘’ananız mezarlıkta’’ Dedi. Anlaşılmıştı… Anam bir ay önce toprağa verdiğimiz kardeşimiz Şaban’ın mezarına gitmişti. Babamla birlikte biz de mezarlığa gittik.
Kardeşimizin mezarı başında ağıtlar yakan anamın gözyaşları sel olmuştu. ‘’Yavruuum… Şabanıııım… Seni buralarda bırakıp, nasıl gideceğiz? Gitsek de nasıl geleceğiz?’’ Diye ağıtlar yakan anamı zorla ayırdık kardeşimizin mezarı başından…
Anamı neredeyse sürükleyerek götürüp, kamyon kasasına oturttuk. Etrafı tekrar gözden geçirdikten sonra, bizi yolcu etmeye gelen birkaç köylü ile vedalaşarak kamyona bindik de sabırsızlanan sürücü harekete geçti.
Alınan Dayıbaşı olarak da bilinen ‘’elçi’’ Elbistan köylerine dağılmış olan Karagözler Köyü muhacirlerini Adana Ceyhan’a ücretsiz götürecekti. Tarlaya ulaşım ücretini işveren karşılıyordu. Elçi de asgari ölçüde zorunlu ihtiyaçlarımızı karşılayacak ve yaptığı harcamaları pamuk tarlalarından kazandığımız ücretlerimizden kesecekti.
Hasanköy ‘den ayrıldıktan yaklaşık iki saat sonra Halil dedemlerle birlikte diğer köydekilerin eşyaları da yüklenmişti. Halil dedemler yedi kişilik ‘’Kurtuldu’’ ailesiydi. Biz Akıncı ailesi dört kişiydik. Sonraki yıllarda Hüseyin, Kerim ve Yusuf dayımların kayınbabaları olacak aile bireyleri ile diğer muhacirleri sayarsak, 25 kişilik bir mevsimlik işçi grubu oluşmuştu.
Yatak-yorgan, kap-kacak ve diğer zorunlu eşyaların da yüklendiği kamyon kasasında, zor da olsa herkes için oturacak yer bulundu.
Aynı zamanda sürücü olan kamyonun sahibi bu kadar kalabalık ve yük olacağını düşünmemişti. Gâvur Dağlarını aşmakta zorlanacağımızı söyleyip, mırın kırın ettiyse de elçinin işaretiyle yola koyulduk…
Yaklaşık 50 kilometrelik Hasanköy-Elbistan yolunda fazla zorlanmadan 2 saatte Elbistan’a ulaşmıştık. Bir süre dinlenen kaptanımız 70 kilometrelik Elbistan-Göksun karayolunda oldukça zorlandı kamyonumuz. Yolda karşımıza çıkan yaklaşık 30 virajın 5 ya da 6 tanesinde tek seferde araba dönemedi. Elçi bazı virajların çok dar olduğunu söylemişti. Saat 13’e doğru Göksun’a ulaşmıştık.
Asıl problem bundan sonra başlayacaktı. Göksun-Maraş arasındaki Nurhak Dağlarının aşılması gerekiyordu ki felaket yollarından ötürü Gavur dağları olarak da anılmaktaydı.
25 Ağustos 1951 Cumartesi, saat 15,30…
Boşuna Gâvur dağları dememişlerdi… Günümüzde Amanos Dağları ya da Nur Dağları olarak bilinen bu dağları aşmak için kullanılan yol güzergâhı, özellikle Göksun ile Maraş arasında, gerçekten de tam bir felaket yoludur demişti Elçimiz.
Göksun’dan ayrıldıktan bir süre sonra, bir tarafında uçurum diğer tarafında yükselen dağın yamacından geçiyorduk. Yolun hiçbir yerinde kamyonumuzun uçuruma kaymasını engelleyecek bariyer yoktu. Bu korkmamız gereken bir durumdu…
Yol güzergâhı coğrafi yapı olarak çok kötüydü. Göksun-Maraş arası şimdiye kadar karşılaştığımız en zorlu yoldu. Göksun’dan uzaklaştıkça, zaten yüksek olan rakım tekrar yükselmeye, yeşillikler de yerini dağlık alanlara, keskin virajlara bırakmıştı. Bu yüzdendir ki yöre köylüleri, Göksun ile Maraş arasındaki bu sarp dağlara “Şeytan dağları”, bu yola da “Felâket yolu” adını vermişlerdi.
İki aracın yanyana geçemeyeceği darlıkta olan bu felaket yolunda iyi ki karşıdan gelen bir araçla karşılaşmadık. Bazı dönemeçleri tek seferde dönemeyen kaptanımız uzun süre manevra yapmak zorunda kalıyordu. En ufak bir hatada derin vadiye uçmanız işten bile değildi.
Böyle bir manevradan sonra eğimi oldukça büyük, dar ve yanları uçurum olan yola girdi. Zirveye tırmanırken, fazla zorlanmış olacak ki, birden motoru stop etti. Sürücü tekrar çalıştırıp harekete geçmek istediyse de kamyon ileri gitmek şöyle dursun, geriye doğru kaymaya başladı. Büyük bir panik havası yaşandı. Kamyonun yandaki uçuruma kayması an meselesiydi. Çok korkmuştuk…
Başta Halil dedem, birkaç yaşlı ve küçük çocuklar kamyon kasasında kaldı. Diğerleri ile birlikte ben de kamyondan aşağı atladım.
Harekete geçmekte zorlanan kamyonun kaymasını engellemek için arka tekerleklerin arkasına büyükçe taşlar koyduktan sonra hep birlikte ittik. İtme gücümüzle harekete geçen kamyon hızını arttırdı, kazandığı hızını kesmeden zirveye tırmandı ve gözden kayboldu. Kamyonun gözden kaybolması hepimizi telaşlandırmıştı. Paniğe kapılan sürücü bizi buralarda bırakmış olabilir miydi?
Bırakmamıştı… Yarım saatlik bir zorlu yürüyüşten sonra bizi beklemekte olan kamyonun üzerindeki yerimizi aldık. Maraş’a doğru tekrar harekete geçildiğinde yolun bundan sonrası fazla sorun çıkarmaz demişti bizi götüren elçi. Rahatlamıştık.
Gavurdağı’ndaki bu heyecanlı ve korkulu yolculuk unutulmazlarım arasına girmişti. Öyle ki İvriz İlköğretmen Okulu ikinci sınıfta iken hikâyesini bile yazmış, sınıfımızın duvar gazetesinde yayınlamıştım…