6 Temmuz 1951 Cuma, Karahasanuşağı Elbistan…
Ağıldan bozma evin penceresinden giren sabah güneşi gözüme vurmuştu kalk dercesine. Uykum bitmişti ama yataktan çıkmak istemiyordum.
Dün güzel, güneşli bir gündü. Bahar gelmiş, her tarafta çiçekler açmıştı. Yine, ‘’Anam niye gelmedi, anamı isteriiiim.’’ Diye tutturan üç numara, 2 yaşındaki kardeşim Şaban’ı sırtıma alarak çevre gezisine çıkardım. Ardımda 5 yaşındaki Mustafa da vardı.
Yaklaşık 50 metre aşağıdaki Söğütlü Çayı’na gittik. Çağlayanlar oluşturarak akan deredeki balıklar ve çağlayanların sesi ile dikkatini dereye odaklamıştık. Ağlamayı kesmiş, biraz da neşelenmişti. Ardından, köye panoramik bir bakış için tekrar tepelere de tırmanmıştık. Yorulmuştuk açıkçası…
Tekrar gerinip diğer tarafıma dönmek üzereydim ki yandaki odadan gelen mırıltılara odaklandım. Alçak seslerle konuşanlardan birinin sesini babamınkine benzettim…
Acaba? Dedim… Anamla babam gelmiş olabilir miydi?
Hızla kalktım ve yan odaya geçtim…
Gözlerime inanamıyordum, gelmişlerdi gerçekten. Halil Dedem başta olmak üzere 7 kişilik Kurtuldu Ailesi anamla babamın etrafını sarmış, heyecanla babamın alçak sesle anlattıklarını dinliyorlardı.
Edirne Göçmen Misafirhanesi sağlık birimlerinde iki ay tedavi gören anam taburcu edilmiş ve Karahasanuşağı Köyünde bizi bulmuşlardı. Ellerini öpüp, hoş geldiniz dedikten sonra anama sarıldım.
Babam içinden seven birisiydi, sarılmayı sevmezdi pek. Babasından öyle görmüştü çünkü. Bu nedenle çocukluğumuzda anamıza daha yakındık.
Anamla hasret giderdikten sonra kardeşlerimi uyandırdım.
Ana hasreti çeken Şaban’daki sevinci görecektiniz. ”Anam da anam” Deyip dizinin dibinden ayrılmıyor, bir taraftan da sürekli öksürüyordu. Şaban’ı bağrına basıp sevip, okşayan anamı Şaban’ın öksürükler telaşlandırmıştı. ‘’Acaba oğlum da mı kaptı hastalığı? Dedi… Yanılmadığı da bir süre sonra anlaşılacaktı.
Babam biraz durgun, yılgın ve moralsiz görünüyordu…
Önce Maraş’a gelmişlerdi. Bizi soruşturmuşlar Maraş İl yetkilileri Elbistan’ı adres göstermişlerdi. Maraş Elbistan hattında her daim yolcu otobüsü olmadığından, Elbistan’a ulaşmaları oldukça maceralı ve zor olmuştu…
Yardım istedikleri bazı kişi ve kuruluşlar Bulgaristan’dan gelmiş olmamızı pek hoş karşılamadıkları gibi, geldiğiniz yere dönün de demişlerdi.
Elbistan’da önce kaymakamlık makamına uğramışlar, kaymakamlık Toprak İskân Müdürlüğü’ne göndermiş. İlgililerin yaptığı araştırmalardan sonra Halil dedemlerin Karahasanuşağı köyünde olduklarını öğrenen babam, Akıncı Ailesi’nin de Hasanköy’e yerleştirileceğini öğrenmişti.
Asıl zorlu olanı da Elbistan Hasanuşağı Köyü arasındaki 50 km’lik ulaşım olmuş. Elbistan ile köy arasındaki haftada bir olan ulaşım olanaklarından ötürü, yaya çıkmışlar yola. Rastlayabildikleri her araba ve araçtan yardım istemişler. Bazılarında yardım alabilirken, bazıları da yüzlerine bile bakmamıştı…
Babamda ilk kez ”gelmekle hatamı yaptık?” duygusunu sezdim. Sözlü olarak söylemese de moralsiz hali onu gösteriyordu.
Yorgun olmalıydılar…
Cemile Teyzem, bir taraftan babamı dinlerken bir taraftan da kahvaltı hazırlamıştı. 7 kişilik Kurtuldu Ailesi ile 5 kişilik Akıncı Ailesi yer sofrası çevresinde sessizce kahvaltısını yaptıktan sonra Halil Dedem kısaca köydeki ekonomik ve sosyal yapıyı özetledi.
Karagözlülerin dağıtım yapıldığı köyler için de geçerliydi anlattıkları. Bulgaristan Muhacirlerine verilecek tarım arazisi yoktu. Hayvancılık yapamazlardı, bu konuda deneyimleri olmadığı gibi satın alacak paraları yoktu.
Okuma yazmaları da olmayan Karagözlüler vasıfsız beden işçisi konumuna düşmüşlerdi. Buralarda vasıfsız beden işçileri için de iş yoktu.
Kalırsak aç kalırız… Dedi Halil dedem…