7 Mayıs 1951 Pazartesi, Elbistan… 

Elbistan’ın Alevi Kürt köylerinden biri olan Karahasanuşağı (Qeresenon) köyündeyiz…

Dün öğleden sonra Toprak İskan Müdürlüğü yetkilileri tarafından yerleştirileceğimiz köyler açıklandı. Her köye birer aile olarak dağıtılmıştık. Dedem Halil Kurtuldu, 7 kişilik ailesi ve 3 torunuyla Elbistan’ın yaklaşık 50 km doğusundaki Karahasanuşağı köyüne gönderiliyordu.

Edirne Muhacirhanesi hastanesine ince hastalık teşhisiyle yatırılan anamın, refakatçi olarak kalan babamla birlikte, tedavi sonrası bize ulaşıncaya kadar iki kardeşimle birlikte ben de Halil dedemlerle birlikte bu köyde kalacaktık.

Bu dağıtım hiç iyi olmamıştı. Bulgaristan’dan koparıldığımız gibi burada da birbirimizden koparılmıştık. Diğer bütün Karagözler Muhacirleri gibi bizi de  derinden yaralamıştı.

*****

Sabah kahvaltısından sonra, saat 08:30 civarında, Elbistan Kaymakamlığı tarafından sağlanan bir araçla yolcu edildik. Elbistan’dan yaklaşık 50 km doğudaki Karahasanuşağı Köyü’ne ulaşmak, doğa koşulları ve ulaşım araçlarının yetersizliği nedeniyle, 6 saatten fazla zaman almıştı.

İki tarafında yükselen yüksek bozkır tepeler arasında dağınık bir yapılanma oluşturan Karahasanuşağı Köyü’ne, öğleden sonra 14:30 civarında girdik.

Geçmiş yüzyıllarda Alevilerin Saklı Payitahtı olduğunu öğrendiğimiz Elbistan’ın Alevi-Kürt köylerinden biriydi Karahasanuşağı ya da Kürtçe adıyla Qeresenon .

Köy sakinlerinden bazıları biraz hayret biraz da tedirginlikle karşılamışlardı bizleri. Demografik yapının değiştirilmesi amacıyla gönderildiğimiz biçimde algılamışlardı gelişimizi. 

Bizi getiren yetkililerce Köy muhtarı arandı ve bulundu. Maraş Toprak ve İskân Müdürlüğü evrakları gösterilerek, gelenlere gerekli yardımın yapılması istendi. Yetkililer gerekli açıklama ve bildirimleri yapmış olmalılar ki köy muhtarı bize konaklayacak yer gösterdi.

Ağıldan bozma bir evdi, ev denilebilirse. Kış koşullarında, hele Maraş bölgesinde, yaşama uygun bir yer değildi. Yine Dedem  nenem, dayılarım ve Cemile Tetem (teyzem) le birlikte hayvan ağılını kısa sürede yaşanacak hale getirdiler…

 

14 Mayıs 1951 Pazartesi, Karahasanuşağı Köyü…

İlk günlerde biraz meraktan biraz da Elbistan İlçe yetkililerinin direktiflerinden olacak, Karahasanuşağı köylüleri bize olabildiğince sahip çıkıp, yardımcı olmaya çalıştılar. Ne var ki kendilerine bile yardımcı olacak durumları yoktu. Fukara köylülerdi. Bir süre sonra herkes kendi işine döndü.

Köy, karasal iklimin etki alanı içerisinde olup, ekonomisi tarım ve büyük ölçüde hayvancılığa dayalıydı. Ceyhan Nehrinin kollarından biri olan Söğütlü Çayı’nın iki yakasına kurulmuş olan köyün arazi yapısı, hayvancılık için elverişli ancak tarım arazisi sınırlıydı. Sulu alanlar dışında kayda değer bir bitki örtüsü yoktu.

Söğütlü Çayının iki yakasına kurulmuş olmasına rağmen karasal iklimin etki alanı içerisinde olup, ekonomisi daha çok hayvancılığa dayalıydı. Dağlar ve yarılmış platolardan oluşan bir yapısıyla Karahasanuşağı Köyünün arazi yapısı tarıma elverişli değildi.

Oysa atalarımızın çiftçilikten başka özel bir becerileri yoktu. Halil dedem” buralarda geçinemeyiz, aç kalırız” Demişti.

1951 yılında bu köylerin görüntüsü köy altı yerleşimler olarak bilinen mezralar tipindeydi. Mezralar genellikle küçük ve az nüfuslu olup, su kaynaklarına yakın olurlardı. Dağınık dokulu yapıya sahiptiler. Evler arasındaki uzaklıklar 500 metre ile 1500 metre arasında değişirdi.

İlk bir hafta içinde buralara uyum sağlayamayacağımız anlaşılmıştı…Elbistan köylerindeki Sosyo-ekonomik yapı bizlere her yönüyle çok yabancıydı… Kapana kısıldık duygusuna kapılmıştık.

Buralardan gitmenin, bu köylerden kaçmanın bir yolu bulunmalıydı. Bulunmalıydı ama önce Edirne’deki hastanede kalan anamla babamın bizi bulması gerekiyordu bu kapandan kurtulmak için…

Edirne’deki Göçmen Misafirhanesinden ayrılalı neredeyse iki haftaya yakın bir zaman olmuştu. Halil dedemlerle geldiğimiz Elbistan’ın Karahasanuşağı Köyüne uyum sağlamaya çalışıyorduk.

Bu arada iki yaşını yeni bitirmiş olan kardeşim Şaban yolculuk boyunca iyice üşütmüş olduğundan öksürük nöbetleri de artmıştı. Her geçen gün durumu daha da kötüleşiyordu. ‘’ anamı isteriiiim, ille de anamı isteriiiim’’ diye tutturuyor, debeleniyor ve ağlıyordu…

Share Button