1951 Bulgaristan Göç Anılarım Bölüm 1
Alaca karanlıkta gözümü araladığımda annem evdeki sobayı erkenden yakmıştı. Babam bir köşede sabah namazını kılıyordu. Odun sobasının önündeki hava kapağından çıkan ateşin alevi beyaz badanalı duvara, duvardan da tavana yansıyarak odayı aydınlatıyordu. Kuzine sobasıydı yanan… Üzerine en az iki tencere sığan kuzine sobaların fırınları da vardı. Ekmek, börek, yemek pişirmenin yanı sıra mükemmel ısınma araçlarıydı kuzineler.
Evimizde oda sayısı çoktu ama kışın sadece bir iki odada soba yanıyordu. Kışın hem oturma hem de yatak odası olan kuzineli odaya serilmiş olan yataklarda üç kardeş yan yana yatıyorduk. Kardeşlerimden Mustafa 5 yaşında, Şaban ise 3 ya da üç buçuk yaşındaydı. Babam Ahmet ve annem Emine ile birlikte 5 kişilik bir aileydik. Babaannem ile dedemi hiç tanımadım. İkisi de bizler doğmadan vefat etmişlerdi. Babamın babası Mustafa dedem köyde varlıklı birisiymiş, ”Durgut” sülalesi olarak bilinirmiş. Rahmetli annemin deyimiyle ”deli Durgut” olarak anılırmış köylüler tarafından.
Babamın namazı bitirdiğini gören annem, kalkın artık, kahvaltı edilecek, ev süpürülecek ve hazırlıklar yapılacak dediyse de ancak soba kızarınca kalkıp giyindik. Kara şalvar, evde örülmüş yün kazak ve yün çorap… Kara kışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden evden pek çıkamadığımız zamanlardı. Böyle bir havada neyin hazırlığı yapılacaktı? Anlatmamışlardı hazırlıkları…
Evlerimiz kerpiç duvarlıydı. Çamurla sıvanmış ve değişik renklerdeki toprakla boyanmıştı. Üzerleri tahta olan odaların zeminine önce hasır, üstünde de kilim serilirdi. Kenarlarda, duvar diplerinde, 5 yastık ve 3 minderden oluşan berde takımları kullanılmıştı. Genellikle odaların kapı arkalarında perde ile kapatılmış üçgen raflar bulunurdu. Duvarlardan biri boydan boya ahşaptan yüklük dolabı olarak düzenlenirdi. Kalktıktan sonra yataklar buraya konulurdu. Kışın bizim yattığımız odanın duvarlarından birinde uzun bardak rafı, peçe ve soba borusu bacası olurdu. Bir başka duvarda ise çiçeklik olup, gösterişli nitelikli eşyanın konulacağı özel raflar ve çiçeklikte evin salonuna bakan küçük bir pencere bulunurdu…
1944 yılında Bulgaristan’ın Şumnu İlinin Karagözler Köyünde, annem mısır çapalarken doğurmuş beni. Öyle söylemişti rahmetli… Babam askerdeymiş. Havaların kanal açmaya uygun olduğu yaz aylarında olmak üzere üç yıl askerlik yapmış. Bulgar yönetimi Türklere silahlı eğitim yaptırmak yerine, yaz aylarında kanal açma işçisi olarak çalıştırmanın daha iyi olacağını düşünmüş. Kanal açma koşullarının uygun olmadığı kış aylarında ise beslememek için evlerine gönderilmişler. Bu yüzden askerlikleri en az üç yıl sürmüş.
Sisler arasından anımsadığım kadarıyla Mustafa Durgut dedemizden kalan oldukça büyük bir evimizle önünde oldukça büyük bir bahçemiz vardı. Bahçede meyve ağaçlarının yanı sıra dövenle harman hasadı yaptığımız bir alanın da olduğunu anımsıyorum. Evimizin yanından geçen bir dere ve dereden sonra yaklaşık 600 metre uzakta da ‘’aşağı mahalle’’ bulunuyordu. Karagözler Köyü iki mahalleden oluşmuştu. Evden çıktığımızda bütün heybetiyle görülen ormanlık dağın Sakar Balkan olduğunu öğrenmiştim yıllar sonra.
Evimizin 30-40 metre ötesinde Mustafa amcam ve ailesinin oturduğunu anımsıyorum. Rahmetli babamın anlattıklarına göre amcam biraz sorumsuz biriymiş. Her fırsatta evden ayrılıp aylarca gezdiği ve haytalık yaptığı olurmuş. O gezerken, dedemin hem sağlığında hem de vefatından sonra Durgutların bütün yükü babamla annemin üzerinde kalmış. Bu nedenle, babamla amcamın arasının çok iyi olmadığını anımsıyorum. Yüzünü pek çıkaramadığım bir de halam vardı. Pek fazla görüşmemiş olmalıyız ki anılarım arasında yer edinmemiş.
Köyümüzde Türkçe eğitim yapan okullar kapatılmış olduğundan, okuma yazma bilen yok denecek kadar azdı. Amcam dışında Bulgarca bilen de yoktu. Amcam da çok gezdiği için öğrenmişti biraz Bulgarcayı.
Köydeki derenin bizden ayırdığı ”Aşağı Mahalle” olarak bilinen yerleşim biriminde anneannem Fatma, dedem Halil, dayılarım Hüseyin, Kerim, Yusuf ve Mustafa ile teyzem Cemile kalabalık bir aile oluşturuyordu. Rahmetli babamın askere alındığı yaz aylarında kardeşlerim ve benimle Yusuf dayımla rahmetli Kerim dayım ilgilendiğini anımsıyorum. Rahmetli Kerim dayım çok şakacı biriydi, beni ve kardeşlerimi eğlendirir, oyalardı. Böylelikle annemin yükü azalırdı. Annem de tarlada çalışma fırsatı bulurdu. Babam askerdeyken ben üç, kardeşim Mustafa bir buçuk yaşındaymış. Kardeşimle beni bir heybenin gözlerine koyar öyle tarlaya gidermiş annem.
Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra babam evden çıktı. Anneme sormuştum neyin hazırlığını yapacağız diye. Göç var yavrularım demişti annem. Göç olayını bilmiyorduk ki, annemin ne dediğini pek anlamadık ve kartopu oynamaya çıktık evden…
ATALARIMIN VATANI KARAGÖZLER KÖYÜ…
Türkler, yaklaşık bin yıldır Balkanlar’da yaşamaktaydılar. Balkanların önemli bir parçası olan Bulgaristan’ı geçici bir yerleşim yeri olarak görmemişler aksine kendilerine yurt edinmişlerdi. 16. yüzyılda Bulgaristan nüfusunun büyük bir kısmını Müslüman Türkler oluşturmaktaydı. Ne var ki ‘’93 Harbi’’ olarak da bilinen 1877–1878 Osmanlı-Rus Harbi sonrasında her şey Balkan Türklerinin aleyhine dönmüştü. Bulgaristan’da yaşayan Türklerin nüfus oranlarını azaltmak için planlı bir şekilde Bulgarlaştırma politikaları başlamış ve 2o. Yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar da devam etmişti. Asimilasyonun bir başka görünümü olan Bulgarlaştırma politikası camileri tahrip etmek, camileri kiliseye çevirmek ya da kapatmak, Türkleri vaftiz ederek Hristiyanlaştırmak ve kiliseye dönüştürülmüş camilerde zorla Hristiyan ayinlerine tâbi tutmak biçiminde kendini göstermiştir.
Atalarımın doğup, büyüdüğü ve bu dünyadan göçtüğü Karagözler Köyü Bulgaristan’ın kuzeydoğusunda Şumnu’ya 55 km, Karadeniz’e kıyısı olan Varna kentine 90 km uzaklığındaydı. Bir bakıma Bulgaristan’ın Karadeniz bölgesi köylerinden biriydi. Köyün güneyinde bulunan Sakar Balkan gerçekten görülmeye değer olup, bizim dağımız olarak bilirmişim. Sakar Balkanın içinde görülmeye değer mağaralar olduğunu söylemişti Kerim Dayım. Çıplak tepe denen yerine çıkıldığında bütün Gerlovo Alçağı denen ova rahatlıkla görülmekteymiş.
Tipik Balkan ikliminin özelliklerini taşımakta olan köyümüzde kış ayları sert ve yoğun kar yağışlı, yazları ise sıcaktı. Köyün geçim kaynağı hayvancılık ve tarımın yanında odunculuktu. Sakar Balkan’dan elde edilen odunlar geçim kaynaklarından biriydi. Tarım olarak buğday ve arpanın yanında daha çok tütün ve çilek üretimi yapılırmış. Bölge kurşun, çinko, krom, manganez ve altın gibi madenler bakımından zenginmiş. Ülkeyi neredeyse baştanbaşa gezen amcamın anlattıklarına göre Tuna ve Meriç nehirleri Bulgaristan’ın en önemli iki akarsuyuymuş. Meriç nehri havzası Bulgaristan’ın neredeyse üçte birini kaplarmış.
Şumnu İlinin Vırbitsa ilçesine bağlı en gelişmiş köylerinden biri olarak gösterilen Karagözler nüfusunun tamamı Türk’tü. Bulgaristan’da bir köyün tamamı nasıl Türk olmuştu ve olmaya da devam ediyordu. Sorunun yanıtı Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunda yatıyordu. Osmanlı Beyliği 1300’lü yıllarda Bizans’a yakın sınır bir bölgede ortaya çıkmış, Rumeli’ye geçiş, Osmanlı Devleti’nin büyümesinde en etkili rolü oynamıştı. Gelişme Rumeli’de gerçekleşmiş, Edirne Osmanlının Başkenti olmuştu. Bu nedenle Osmanlı Devleti, Rumeli güdümlü bir Türk- İslam Devletiydi. Bugün Anadolu ve Anavatan olarak kabul ettiğimiz pek çok şehrimizin fethi Rumeli’de fethedilen pek çok şehirden sonra olmuştu.
Osmanlı Rumeli’deki varlığını güçlendirmek ve sürdürebilmek için, Anadolu’daki pek çok Türkmen grubunu sürgünler ve iskânlar neticesinde Rumeli’ye yerleştirmişti. Rumeli’ye yerleşecek olan Türk ailelerinin öncelikle gönüllü olmasını istenmiş, gönüllü olmadıkları takdir de zorla sürgün edilerek fetih edilen bölgeye iskân edilmişti. 500 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalan şehrin günümüzdeki adı Şumen. Şumnu, günümüzde Bulgaristan’ın en gözde turizm merkezlerinden biri olarak biliniyor. Doğa ve tarihin buluştuğu şehir, ağırlıkla Türklerin yaşadığı Deliorman bölgesinde yer alıyor.
14. yüzyıl ortalarında Türklerin Rumeli’ye geçişi Balkanlar’ın tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştu. 1389’da Çandarlı Ali Paşa tarafından fethedilen Şumnu bölgesi Osmanlı döneminde stratejik önem taşıyan askeri üslerden biri olmuş. Osmanlı Devleti büyümüş ve 600 yıl sürecek bir imparatorluğa dönüşmüş. Ne var ki 1683’te gerçekleşen II. Viyana kuşatmasının başarısız olması imparatorluk için sonun başlangıcı olmuş. Bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti artık kendi gündemini kendi tayin edemez bir hale gelmiş. Osmanlının gündemini daha çok Avrupalı devletler belirlemiş.
Avrupalı devletlerle birlikte Rusya da Osmanlının Rumeli’den çıkması için her şeyi yapmışlar. Böylece Rumeli ve Balkanlarda bulunan Türkler Anadolu’ya dönmeye başlamışlar. Karagözler sakinlerinden bazıları olan bizler de artçıları olarak geri dönüşü sürdürüyorduk ve sonraki yıllarda da sürecekti.
Osmanlının güçlü olduğu dönemde Anadolu’dan Rumeli’ye ve Balkanlara akan göç, zayıf düştüğünde tersine dönmüştü. Osmanlı Devletinin göçler konusunda en çok sıkıntı yaşadığı ve zorlandığı dönem, 93 harbi olarak da bilinen, 1877-78 Osmanlı Rus harbinden sonra gerçekleşen 93 göçüydü. 93 harbinden sonra Anadolu’ya göçmek zorunda kalan 5,5 milyon civarındaki Türklerden en az 500 bin kişi de de yollarda eşkıyalar ve çeteler tarafından öldürülmüştü.
Bulgar milli devletinin kurulmasında etkili bir rol oynayan Rusya, Türklerin Balkanlar’dan Anadolu’ya göçünü adeta zorunlu hale getirmişti. Getirmişti çünkü Türklerin Anadolu’ya göçleri Balkan milli devletlerinin kurulması ve şekillenmesi açısından çok önemli bir faktördü. Balkanlarda kurulmak istenen devletlerin gerçek hüviyetine kavuşabilmesi bölgeden biran önce Türklerin gitmesine bağlıydı. Bu yüzden en çok Türk göçleri Balkanlardan olmuştur.
Yüzyıllarca hiç durmadan devam etmiş olan Türk göçleri belli aralıklarla hala tekrarlanmaktaydı. Türkiye’de “93 Harbi Muhacereti”, “1924 Mübadelesi” ve “89 Göçü” en çok bahsedilen göçlerdi. Bu göçlerde belirtildiği gibi, göç edenlere “muhacir”, “mübadil” ya da “göçmen” ifadeleri kullanılmaktadır. Bulgaristan doğumlu Türk yazar, şair ve öğretmen olan Ömer Osman Erendoruk bu yaşananları, “Bulgaristan ve Rumeli Türklerinin Anavatan Türkiye’ye dönüşü” olarak adlandırmıştı. Öyledir de zaten…
BULGAR YÖNETİMİ TÜRKLERİ GÖÇE ZORLUYOR…
Bazı sessiz çığlıklar vardır. Kulaklarınız duymaz ama hissedersiniz. Beyninizi kemirir dururlar, yüreğinizi yakar eritirler. Böylesi sessiz çığlıkları koparan sorunların başında halklara yapılan ‘’asimilasyon’’ uygulaması gelir.
Bulgaristan II. Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın yanında yer almıştı. Almanya’nın savaşı kaybetmesiyle Rus Orduları 8 Eylül 1944 tarihinde Bulgaristan’a girmişlerdi. Bulgaristan’daki Alman yanlısı hükümet görevden uzaklaştırılmış ve Alman karşıtı gruplar iktidara gelmişlerdi. Bu süreçte, Rusların da etkisiyle, Bulgaristan’da yaşayan Türk ve Müslüman-Türklere karşı asimilasyon politikası başlatıldı. Söz konusu politika ile etnik kökeni ne olursa olsun, sınıf bilincinin geliştirilerek kişisel ve etnik kimliklerin ortadan kaldırılması ve Sosyalist bir Bulgaristan devletinin ve toplumunun yaratılması amaçlanmıştı.
Türklerin tarlaları kooperatifleştirme gerekçesiyle ellerinden alınarak, okullarını ve vakıfları devletleştirip eğitim haklarını engellenmiş. Bulgar yönetimi tarafından bir toprak reformu olarak nitelenen uygulamayla Türkler, kendi topraklarında ücretli isçiye dönüşmüştü. Yoğun olarak yürütülen din karşıtı propaganda, İslam uygulamalarının fiili olarak yasaklanmasıyla beraber gerçekleşmişti.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Asimilasyon tehlikesiyle karşı karşıya kalan Karagözler Köyü yaşayanları da kayıpları en aza indirgemek için, kendilerini saklama yöntemini benimsemişlerdi. Saklanmak, asimilasyona uğramış gibi görünmek… Daha önceleri görmek, bilgilenmek, öğrenmek ve çalışmak için gittikleri 55 km uzaklıktaki Şumnu ve 90 km uzaklıktaki Varna ile bağlantılarını kestiler neredeyse. Kapalı bir ekonomi sistemi oluşturdular. Sadece gaz ve tuz gibi üretemedikleri maddeleri almak için gider oldular şehirlere. Aralarından göze batmayacak ve Bulgarca bilenleri seçerek bunu sağladılar. Şehir bağlantılarını keserek yöneticilere kendilerini unutturmak istediler.
Kapalı bir ekonomi sistemi uygulayan Karagözler yaşayanları koyunların yünlerinden çoraplarını, derilerinden çarıklarını, sütlerinden peynir ve yoğurtlarını yaptılar. Şeker kamışı ve şeker pancarından şeker ve şeker ürünlerini sağladılar. Tarlalarından buğday, arpa ve mısır gibi ürünleri sağladılar. Yalnızlık duygularını yok etmek için maneviyata önem verdiler ve daha çok sarıldılar. Kadınları kara çarşafa büründü görünmemek için. Aralarındaki anlaşmazlıkları yok saydılar ve birbirlerine kenetlendiler. Karagözler Köyü için yazdıklarım diğer Türk köyleri için de aynen geçerlidir.
Karagözler Köyü ve diğerlerinin seçtikleri bu yaşam biçimini Bulgar yöneticileri kırılması zor bir direniş olarak algıladılar. Hem direnişi kırmak ve hem de Türklerle birlikte ekonomik getirisi olmayan çingenelerle haytaları da zorunlu göçe tabi tuttular. 1950 yılına gelindiğinde Bulgaristan’daki Türkler, beyinlerini kemirip duran sessiz çığlıklarından kurtulabilmek için bir yandan Bulgar makamlarından Türkiye’ye göç için pasaport isterken, diğer yandan da Cumhurbaşkanın İsmet İnönü’ye kabulleri konusunda dilekçeler yazmışlardı.
Türk Hükümetinin yoğun baskıları sonucunda, kısa bir süre için göçe izin veren Bulgaristan, yaklaşık 200 000 kişilik göçün iki üç ay içinde gerçekleşmesini isteyerek Türk Hükümeti’ni de zora sokmak istemişti. Türkler, Bulgar Hükümeti’ne, henüz taşınmaz mallarını ve hayvanlarını satamadıklarını, pasaportlarını çıkaramadıklarını bildirdilerse de, Bulgar Hükümeti göçmenleri göçe zorlamaya devam etti.
Asimilasyon politikaları ile bizleri eritmek ve Türk azınlığı sindirmek kabul edilemezdi. Ayrıca yoğun olarak yürütülen din karşıtı propaganda, İslam uygulamalarının fiili olarak yasaklanmasıyla beraber gerçekleşmişti. Bu ve diğer nedenlerle, koşullar ve sonuçları ne olursa olsun, babam ve akrabalarımızla bazı komşular Türkiye’ye gitmeye karar vermişlerdi. Zor bir karardı ama verilmişti.
GÖÇ BAŞLIYOR, ŞUBAT 1951…
Göç dalgası başladığında daha henüz 7 yaşındaydım… Hava karlı ve oldukça soğuk olmasına rağmen köyde göç telaşı yaşanıyordu. Göç telaşıyla birlikte bir de hüzün çökmüştü insanların üzerine. Hem kalanlar hem de göçenler için ayrılıklar hüzünlendirmişti insanları. Göç beni, kardeşlerimi ve bizimle birlikte göç edecek ailelerin çocuklarını da etkilemişti. Üzülmeli miydik, sevinmeli miydik? Büyüklerimiz sevinmemiz gerektiğini söylemişlerdi. Her bakımdan özgür olacak ve daha güzel günler görecektik, öyle denmişti. Ancak göçlerin olumsuz etkilerini bilmiyorduk. Başımıza geleceklerden habersizdik.
Hudutların kapılarının kısa bir süreliğine açılmasıyla birlikte, bütün olumsuz koşullara rağmen göç başladı. Osmanlının gelişme ve yükselme döneminde geldiğimiz bu topraklardan Anavatanımız Türkiye’ye geri dönmeye, göç etmeye karar vermiştik.
Vermesine vermiştik ama evlerimiz ve mallarımız ne olacaktı? Evlerimizi ve tarlalarımızı satmak istedik, kimse almadı, alamadı. Alacak durumları da yoktu zaten. Evlerimizi, bahçelerimizi, tarlalarımızı ve hayvanlarımızı öylece bıraktık. Türkiye ile Bulgaristan arasında varılan anlaşma gereği günde en fazla 800 göçmen gönderilecekti. Sırayla gönderiliyorduk. Soğuk mu soğuk bir Şubat günü yalın yapıldak düştük, düşürüldük yollara… Amcamlar, halamlar, dayımlar ve köyden bazı ailelerle beş kişilik ailemiz de üstü açık bir kamyona doluştuk yatak, yorgan ve kap kacaklarımızla. Şumnu’daki tren istasyonuna götürülecektik.
Karagözler Köyünden ayrılanların sessiz çığlıkları yüzlerinden okunuyordu. Kulaklarınız duymuyor ama hissediyordunuz. Beynimizi kemirip duruyorlar, yüreğimizi yakıp eritiyorlardı. Böylesi sessiz çığlıkları koparan sorunların başında halklara yapılan ‘’asimilasyon’’ uygulaması geliyordu. Geliyordu çünkü toplum olarak yüzlerce yıl yaşadığımız topraklardan koparılmamız kendimize ve coğrafyamıza yabancılaşmanız sağlanıyordu. Hapsinden önemlisi de Atalarınızın yüzlerce yılda elde edebildiği ve bir insanlık mirası olarak bize devrettiği kültürel birikiminiz yok oluyordu.
Anadilinizin erimesi, geleneklerinizin yavaş yavaş terk edilmesi, müziğinizin yabancılaşması, tınılarının farklılaşmasıdır asimilasyon. Sizi farklı kılan, özel kılan, şekillendiren, sizi siz yapan her şeyin, isteğiniz dışında, elinizden kayıp gitmesiydi. Asimilasyonu yaşamayan bilmez, bilemez. Tanımı da güçtür…
Köyümüzle Şumnu arasındaki 55 km’lik yol boyunca yüzümüze vuran ve her tarafımıza işleyen ayazla donduk. Trenlere bindiğimizde ısınırız diye avuttuk kendimizi. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Garda yeterli tren olmadığı gerekçesiyle, Şubat 1951’in dondurucu soğuklarında, bir iki gün bekletildiğimizi anımsıyorum sisler arasında. Trenler geldiğinde de, göçmen kafilelerinin trenlere binmesi için 20-30 dakikalık zaman bırakılmıştı. Yaşlılar ve küçük çocukların kara tren vagonlarına yerleştirilmeleri nedeniyle eşyalara bakacak zaman kalmıyordu. Onlarca ailenin eşyası başka vagonlara konulmuştu. Bu düzenleme sırasında kıymetli bazı eşyaların kaybolduğunu, bazılarının da istasyondaki görevlilerce alındığını büyüklerin konuşmalarından anlamıştım. Sadece eşyalar mı? Rahmetli babamın sonraki yıllarda anlattıklarına göre, Bulgar makamları göçmenlere ait kimlik ve okul diplomalarının çıkışına da izin vermemişlerdi. Kimliksiz vatandaşlar olarak Edirne’ye girecektik.
EDİRNE GÖÇMEN MİSAFİRHANESİ…
Nihayet kara trenin vagonlarına balık istifi binmiştik. Aileden, dayılardan, teyzelerden ve diğer büyüklerden eksik yoktu. Yolculuk başladı. İçim içime sığmıyordu, bir an önce Türkiye’de olmak istiyordum. Kurtuluşumuz olacağını söylemişti babam… Şumnu Edirne arası yaklaşık 300 km’dir. Saatte ortalama 30 km yol alan trenlerle en az 10 saat yolculuk yapmamız gerekiyordu. Göçmenlerin üst üste olduğu kara tren vagonlarında yolculuk başladı. Vagonlar hem soğuk hem de sağlıklı değildi. Annem sürekli öksürüyordu. Şiddetli öksürükleri önemli bir hastalık belirtisiydi. En küçük kardeşimiz Şaban da öksürüyordu ama durumu pek tehlikeli değildi sanıyorum. Ya da ben öyle zannetmiştim.
Bu yolculukla birlikte, köyümüzden ayrılalı bir haftaya yakın zaman geçmiş olabileceğini düşünmüştüm. Nihayet Edirne’ye giriş yapmıştık. Trenimiz Karaağaç garına muhacirlerin sevinç sesleri arasında girmişti. Başta babam ve dedem olmak üzere trenden toprağa ayak basanlar, hemen yerlere kapanmışlar ve toprağı öpmüşlerdi. “şükürler olsun vatanımız geldik, vatanımız geldik…” diye diye yüzlerini toprağa sürmüşlerdi.
Yaşlılar hemen kamyonlarla göçmen misafirhanesine gönderilmiş ve yanlarında getirebildikleri eşyaları ayrıca nakledilmişti. Bu sırada kafilede hastalanmış olanlar ki annem de onlardan biriydi, revire kaldırılmıştı. Diğer göçmenler, bir yandan misafirhanelere yerleştirilmiş, bir yandan da revirlere alınarak sağlık kontrolleri yapılmıştı. Ayrıntılı bir muayeneden geçirilerek tüberküloz, soğuk algınlığı, ishal ve kızamık gibi bulaşıcı sağlık sorunlarının olup, olmadığı araştırılmıştı. Göç sırasında yaşadığımız koşullar, şiddetli soğuklar, sağlıksız mekânlar ve beslenme yetersizlikleri bu tür hastalıkların kaynağıydı. Başta annem olmak üzere, bu tür hastalıkları olanlar iki üç ay Edirne’de kalarak tedavi edilecekler, diğerleri Türkiye’nin değişik yörelerine gönderilecekti.