30 Haziran 1955 Perşembe, Mersin…

1950-60’lı yıllarda Çırçır fabrikalarında çalışanlar, günübirlik beden işçileri, çevre köylerden hastaneye gelenler çay, simit ve peynirle günü geçirirlerdi. Öyleydi çünkü karın doyurmanın en ucuz yoluydu o yıllarda bu muhteşem üçlü.

Simit 10 kuruştu. Çay ve peynir için de 20 kuruş ödediğinizde, 30 kuruşa karnınızı doyurmuş oluyordunuz.

Göçmen barakalarındaki arkadaşlarımızla çay, simit ve peynirle günü geçiştirme olayını gözlemlemiş, babalarımızın da olurunu alarak simit satmaya karar vermiştik.

Ailemizin bütçesine katkıda bulunmanın iyi bir yöntemi olacaktı simit satmak. Dün olduğu gibi bugün de birçok kişi için simit, çay ve kaşar peyniri üçlüsü, özellikle ikindi üstü kazınan midelerin en büyük dostuydu.

Simit satacaksak simit severlerin bu tutkularını göz önüne almalıydık. Aldık da…

Meltem rüzgârının barakalardan denize doğru estiği dün sabah, tanyerinin ağarmaya başladığı saatlerde, göçmen barakalarından sözleştiğimiz 8-10 arkadaşla simit fırınlarının yolunu tuttuk. 

Şakalaşarak, kimin daha erken simitlerin satışını bitireceğini tartışarak gidiyorduk Yoğurt Pazarı civarındaki simit fırınlarından birine.

Eski Mersin şehir merkezinin en önemli ticaret ve sosyal buluşma alanlarından biri Yoğurt Pazarı, yaklaşık 250 metre güneybatısında da Gümrük Meydanı bulunuyordu.

Günümüzde Kuvayi Milliye Caddesi’nin İsmet İnönü Bulvarı’na ulaştığı yerde, Ulu Camii ve Ulu Alışveriş Çarşı’nın bulunduğu alandı Gümrük Meydanı.

Göçmen barakalarının yaklaşık 1500 metre güneyinde bulunan Yoğurt Pazarı, Latin Katolik Kilisesi’nin 600 metre güneybatısında yer alıyordu.

Mersin’in köylerinden gelen yurttaşların başta yoğurt olmak üzere her türlü el dokuması, kıl, aba, deri, yün, testi, çömlek gibi mallarını burada satışa çıkarması nedeniyle simit satmak için oldukça verimli bir yerdi Yoğurt Pazarı. 

Fırında bekleyen bizden önce gelmiş birkaç çocuk vardı. Sıramızı beklerken fırından çıkan susamlı ve kazan simitlerini gözledik heyecanla.

Taş fırında gürgen odunuyla pişirilen Kazan Simitleri vardı. Simit hamurları kaynayan suyun yüzüne çıkınca alınıyor, üzerlerine susam ekilerek fırına sürülüyordu. Susamlı simitlere göre daha pahalı olduklarını söylemişti fırın sahibi.

Arkadaşlarımızla birlikte susamlı sokak simitleri aldık kazan simitlerine göre daha hesaplı oldukları için. Ben 30 simit, kardeşim de 20 simit olmak üzere toplam 50 simit aldık.  

Fırıncı bize simitlerin tanesini 7,5 kuruştan veriyordu. Biz 10 kuruştan satarak simit başına 2,5 kuruş kazanacaktık. 50 simidin tamamını satabilirsek 125 kuruş kazancımız olacaktı.

Başlangıç için iyi bir sonuç olacaktı. Öyleydi çünkü 900 gram ekmek 30 kuruştu. 4 ekmek parası ediyordu kazanacaklarımız. Bütçemize oldukça iyi bir katkı sağlamış olacaktık. Sokaklara dağıldık aldığımız simitlerle.

Tan ağarmakta iken ıssız sokaklarda ”Simiiiiit… Sıcak simit… Sıcak Simiiiiit… El yakmazsa para verme…” Diye bağırdıkça tatlı uykusundan uyanan bazılarınca azarlanıp, kovalandıysak da simitlerimin 20 tanesini satmıştım.

En azından fırına verdiğim parayı çıkarmıştım. Geri kalan 10 simiti de öğleden sonra, akşamüzeri satmak üzere eve dönmüştüm. Kardeşim Mustafa’nın aldığı 20 simidin tamamını satmış olarak eve dönmesi ikimizi de sevindirmişti. Simitçilikte iş var. Demiştik birbirimize… 

Dün hiç beklemediğim tatsız bir olayla karşılaşmıştım. Sabahın erken saatlerinde ”Simiiiiit… Sıcak Simiiiiit…’’ ünlemelerim bomboş sokak duvarlarında yankılanmış ve hafif uykusu olan bazıları için, sanki odanın içinde bağırıyorum etkisi yapmış olmalıydı.

Uyku zorluğu çekmekte olduklarını sandığım baz sokak sakinleri sokakta yankılanan sesimizden uyanmışlar ve kovalarla su atarak tepkilerini dile getirmişlerdi. Bu nedenle sokağın ortasından yürüyerek bağırıyordum  ”Simiiiiit… Sıcak Simiiiiit…’’ diye.     

Şimdilerde aklıma Nazım Hikmet’in aşağıdaki üç dizeleri geliyor.

Basit yaşayacaksın basit…

Para ve maddi varlığın peşinde koşmayacaksın. 

Kimsenin hakkını ve hukukunu yemeyeceksin…

Sanki yaşamın hep olmayacakmış gibi,

tok karnına bile insanı baştan çıkaran susamlı simitler

…ve yanındaki tavşankanı çayla

bir kahve köşesinde sohbeti koyulaştıracaksın…

Daha fazla susamlı, daha fazla gevrek sokak simidinin vazgeçilmez eşlikçisi tavşankanı çayın  yanına bir de peynir eklendiğini düşünün, bir ziyafet olmaz mıydı?

Elbette olurdu gönlü zengin olanlar için.

Basit yaşayanlar için…

Çay, simit ve peynirle yaşayanlar için…

1952 yılında ilk baskısı yapılan ‘’Havuz Başı’’ adlı kitabında bir yazısını simit ve çaya ayıran Sait Faik şöyle diyordu. “Yalnız simitten, sabahın o leziz, insan icadı yemişinden söz açmalıydım. Ama ne yaparsın, çaya kıyamadım. Simidin yanında o da ikinci planda kalıyor ama dostlukları da samimi bir dostluktur. Hiçbir kahvaltı simitle çayın yerini tutamaz.”

Sait Faik, bu lezzetli kahvaltıyı bir ziyafete dönüştürmek için de sadece bir dilim kaşar peynirine ihtiyacımız olduğunu belirtiyordu aynı yazısında. 

Gerçekten de 1955’li yıllarda Mersinlilerin büyük bir bölümü Nazım Hikmet’in dizelerindeki gibi basit yaşamaktaydı.                             

Share Button