1 Aralık 1958 Pazartesi, İvriz…
Alaca karanlıkta gözlerimi açtığımda hava çok soğuktu ve sanki rüzgâr esiyordu yatakhanede. Saat 05.00 olmalıydı… Etrafa bakındım. Yatakhanemizin camları buz tutmuş, dışarısı görünmüyordu. Görünmüyordu ama pencere aralıklarından, kapı altlarından, görünmez çatlaklardan rüzgâr doluyordu yatakhanemize. Kış bütün şiddetiyle gelmişti İvriz’e. Ne kadar soğuk ve ne kadar yakıcıydı. Soğuk yakar mıydı? Yakıyordu işte… Sanki İvriz’le birlikte Dünya buz tutmuştu. Gerçi Bulgaristan Karagözler Köyü ile Niğde Misli Köyünde de kar yakar, bazen bir metreyi aşardı ama böyle kar fırtınaları olmazdı. Böylesine alışık değildim. Beyaz çarşafların sardığı battaniyeye sıkıca sarılayım, biraz daha uyuyayım dedim ama bir hafta süreyle, en iyi arkadaşım Emin’le sınıf nöbetçisiydik. Kalkmalıydım, kalkmalıydık.
Bütün Köy Enstitülerinde olduğu gibi İvriz’de de kalorifer sistemi yoktu. Isınma aracı olarak sobalar vardı. Sobalar da sadece okul idaresiyle sınıflarda bulunurdu. Yatakhaneler ve yemekhanede soba da yoktu. Diğer taraftan İvriz’deki işleyişin yüzde sekseni öğrenciler tarafından gerçekleştirilirdi. Diğer birimlerde olduğu gibi, sınıflardaki ve idaredeki sobaların yakılması nöbetçi öğrencilerin görevlerindendi. Sınıf nöbetçileri haftanın son günü, akşamüzeri, bir önceki nöbetçilerden görevi devralır ve odun kömür deposuna giderlerdi. Emin’le ben de dün akşam depoya gitmiş, odun ve kömürün yanı sıra sobayı tutuşturmak için çıra da almıştık. Haftanın ilk günü etüt başlamadan önce sınıfımıza gidip, sobayı yakmalıydık.
İstemeyerek çıktığımız yataklarımızdan alel acele giyindik. Öncelikle yataklarımızı düzelttik, düzeltmek zorundaydık. İki yatakhane arasındaki tuvaletlerde ihtiyaçlarımızı giderdik, neredeyse donmuş olan musluklardan damlayarak akan sularla elimizi yıkayıp, sınıfımıza gitmek üzere dışarı çıktık.
Gece göğünün altında her yer bembeyaz uzanıyordu İvriz yerleşkesinde. Kara kışla birlikte karın hükümranlığı başlamıştı İvriz’de. “Beyaz ipek gibi yağdı kar/ bir kız kardan hafif yüreğiyle/ geçip gitti güvercinleri anımsatarak,” der Ataol Behramoğlu. Kimine göre bir kuşkanadı gibi hafiftir kar, kimine göreyse yüreğe oturmuş bir demir yük kadar ağır. Beyaz, kalın ve sıkıntılı… Maharet ise onu dinlemekten geçiyordu. Sessizliğiyle konuşuyordu kar. Ona baktıkça, dinledikçe bize ayna olurdu yaşamlarımız konusunda. Suskunluğuyla asıl bizi konuşmaya, içimizi dökmeye kışkırtır ve çoğu zaman da bir arınma sunardı.
Torosların eteklerindeki İvriz yerleşkesinde bazı kış günleri unutulmazlarım arasına girmişti. Girmişti çünkü Aralık ayının bazı günlerinde ortaya çıkan kar fırtınalarında el ele tutunmadan bir binadan diğerine geçemezdik. Çatıların üzerindeki karların üzerimize düştüğü zamanlar olmuştu. Çatıların uçtuğu zamanlar da olurdu. Bu gün o günlerden biriydi.
Korkunç, kar tipili bir fırtına Torosların dibinden ziraata doğru hücum ediyor ve yatakhanelerin arasından, tozu dumana katarak ve ıslık çalarak gidiyordu. Binaların, yolların, direklerin, uzaklarda görünen her şeyin her tarafı karla örtülüyor ve bu örtü giderek büyüyordu. Bir an fırtına durdu. Emin’le sınıfımıza doğru bir hamle yaptık… Fakat daha sonra karşı konulamaz gibi görünen dalgalar halinde tekrar esmeye başladı. Emin ile ele le tutunarak, bazen de savrularak güç bela sınıfımıza ulaştık…
Pazartesi… Haftanın ve Emin ile benim sınıf nöbetimizin başlangıç günü… Bir hafta süreyle, en sevdiğim arkadaşım Emin’le birlikte, her sabah sınıftaki sobayı yakacaktık arkadaşlarımız gelmeden önce. Gerçi İvriz’e gelmeden evlerimizde soba yakmıştık ama bizim evimize hiçbir zaman kömür sobası girmemişti. Kömür sobası konusunda Emin de benim gibi acemiydi. Fen Bilgisi öğretmenimiz Mehmet Baş, ‘’Yanma Olayı’’ en basit şekilde, havadaki oksijen ve yakıtın kimyasal tepkimesi olarak tanımlanabilir. Demişti. Kömürün yanmasını ise 3 aşamalı olarak anlatmıştı. Sırasıyla kömürün nemini bırakarak kuruması, tutuşması ve yanması aşamasından geçmesi gerekiyordu. Tutuşma aşamasında oksijenin eksik verilmesi nedeniyle eksik yanma meydana gelir ve ortamı karbondioksit gazı doldurur. Demişti.
İyi yanma için en uygun “hava(oksijen)/yakıt” oranının sobada sağlanmış olması gerekmekteydi. Başlangıçta biz bunu sağlayamadığımız için sınıfımız Tilki inine dönmüştü. Sobamızdaki yakıt yeterli oksijeni alamamıştı. Hemen sınıfın pencerelerini açmıştık temiz hava girsin diye. Hava çok soğuk olmasına rağmen biz kan ter içinde kalmıştık sobayı yakma uğraşında. Emin bana seslenerek… ‘’Hey Akıncı sobadaki kömür yeterli oksijeni alamadı, hatırlasana, yanma için gerekli oksijen iki şekilde temin edilmektedir. Demişti Fen Bilgisi öğretmenimiz Mehmet Baş.’’ Hatırladım biraz geç de olsa. Birincil ve önemli olan oksijen ızgara altından kontrollü olarak verilmeliydi. İkincil olarak da tutuşan kömürden çıkan uçucu gazların sürekli bir şekilde yanmasını temin etmek için sobaya üstten hava/oksijen verilmeliydi. Kömürün üzerinde yeterince hava boşluğu bırakılmalıydı.
Emin’in uyarısı üzerine sobaya doldurulan kömürün üzerinde yeterli hava boşluğu bıraktıktan sonra, tutuşma sıcaklığı düşük olan odun ve çırayı koyduk. Soba dışında kibritle yaktığımız bir çıra yeterli kıvama gelince odun ve çıraların üzerine koyduk. Bunlar ateşlenerek, üst katmandan başlayarak, kömürün aşağıya doğru yanmasını sağladı. Yanma için gerekli hava(oksijen) sobanın hem üst deliğinden hem de ızgara altından sağlanmıştı. Sonunda başarmıştık, arkadaşlarımızın gelmesine daha 10 dakika vardı. Bu arada sınıfımız da havalanmış, tam olmasa da duman atılmıştı.
Arkadaşlarımız sabah etüdü için sınıfa geldiklerinde, tam olmasa da, sınıfımız biraz ısınmış ve sıralara oturulacak hale gelmişti. Emin’le birbirimizi tebrik ettik. Sonraki günlerde soba yakma problemimiz olmadı, haftayı başarıyla bitirerek sonraki nöbeti diğer iki arkadaşlara devrettik…