23 Aralık 1970 Çarşamba, Isparta…
Bugün üçüncü kez ortaklaşa düzenlemekte olduğumuz yılsonu tiyatro oyunu çalışması için, Kız Öğretmen Okulu’nda, biraraya geldik.
Sanat Enstitüsü ve Teknisyen Okulu adına çalışmalara ben katılıyorum.
Yaşlılık döneminde farklı iki bakımevine konulan karıkocanın iç dünyasını anlamaya ve anlatmaya çalışan bir oyun seçmiştik. Oyunda, yaşlılarımıza sahip çıkılmasını gereğini vurgulamak istemiştik.
Oyunun iki başrol oyuncusundan biri öğrencilerimden Ramazan yaşlı babayı, anneyi de kız öğretmen okulu öğrencilerinden biri üstlenmişti.
Öğrencilerimden Mehmet de yardımcı oyunculardan biriydi.
Dünya nüfusunun giderek yaşlandığını göz önüne almış, yaşlılığın modern toplumlarda bir sorun haline geldiğini görmüş, bu konuya dikkat çekmek istemiştik.
İlk çağlarda yaşlılık kavramı hastalık ile eş değer görülürken günümüzde yaşlılık bir hastalık değil, aksine çözülmesi gereken bir süreçti. Bu süreçte özellikle yaşlının bakımı ve barınması bir sorun haline gelmişti.
Geleneksel ataerkil ve kalabalık ailelerde yaşlılar aileyi birleştirici rol oynadığından, çocukları tarafından bakımının üstlenilmesi, yaşlının hem psikolojik durumunu etkilemekte hem de yaşlının gelecek ile ilgili umutsuzluğa kapılmasını ve yalnızlık hissini ortadan kaldırmaktaydı.
Ancak artan sağlık olanakları, kırsaldan kente göç, kadının iş hayatına başlaması günümüzde bu durumu zorlaştırmıştı. Bu nedenle yaşlının bakımını üstlenen kurumlar ortaya çıkmıştı. Çıkmıştı çıkmasına da bu kurumlara bırakılanlar zamanla unutuluyordu çocukları tarafından.
Oyunda anne rolünü üstlenen Kız Öğretmen Okulu öğrencisinin seyircilere dönerek söyleyeceği birkaç paragraflık sitem yürek dağlayacak nitelikteydi.
-Sen küçük bir çocuktun daha… Hiç bir yere bırakmazdım seni, öyle savunmasız, öyle masumdun ki, kimselere güvenip yollamazdım. Yanımdan hiç ayırmazdım. Şimdi beni nasıl olup ta tanımadığın insanlara teslim ettiğini düşünüyorum da gözden çıkarılmış eski bir eşya gibi hissediyorum kendimi. Yıpranmış, işe yaramaz.
-Kırgınlık mı anne?
-Belki, kırgınım biraz…Geçen gün eski komşumuz Şükriye Teyzenin kızı Şükran geldi. Yolda görmüş seni. “Neden bıraktın anneni” diye sormuş sana. “Kendisi istedi” demişsin. “Maaşı da var bakıyorlar, yeri sıcak, her işi görülüyor içim rahat” demişsin.
-Kendim istemiştim evet, bazen naz yapma kabilinden ” Yaşlanınca huzurevine gönderin beni, kimseye yük olmak istemem” demiştim. Ama içten içe hiç konduramazdım bu durumu, ne kendime, ne sana.
-Bırakmaz beni bir yere… Derdim. Tıpkı küçükken benim seni bırakmadığım gibi, beni hiç bırakmazsın sanırdım.
Prova esnasında bile anlatım ve seyircilere yönelik konuşmalar beni duygulandırmıştı. Bu nedenle, anamla babamın bu duruma düşmemesi için, kardeşim ve benden bağımsız olarak yaşayacakları bir evleri olmalıydı. Gerçi, Mersin’de Yusuf dayımla ortak olarak 273 metrekarelik bir almıştık ama henüz ev yapılamamıştı.
Kız Öğretmen Okulu’ndaki prova bittikten sonra Ramazan ve Mehmet’le Gülkent Tiyatro Derneği yolunu tutmuştuk.
Az daha unutuyordum. Isparta’ya bir tiyatro derneği kazandırmak istemiştik. Isparta’dan kalkıp Ankara’daki Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) oyunlarını izlemek için giden benim bu konuda da duyarlı olmam gerekiyordu.
İnsanları birbirine karşı sorumlu olan toplumlar, uygar toplumlar olarak tanımlanmaktadır. Dayanışması olmayan, birbirine karşı sorumluluğunu bilmeyen insanlar ise toplum değil, bir yığın olarak adlandırılmaktaydı.
Toplumları yığın olmaktan çıkarıp, Kültürel gelişmeyi sağlayan gizil güçlerden biri de tiyatrolardır. Öyle ki sanatsal yaratıyı en etkin biçimde topluma aktaran bir araç durumundadırlar.
Tiyatrolar uyarı görevini yaptığı kadar, toplumları edilgen halinden kurtarıp, etkin hale getirirler. Toplumlara gerçek düşünce erkini, özgürlüğünü sağlar. Ankara Sanat Tiyatrosu en iyi örneklerden biriydi…