Tarsus Karabucak ormanında işe başlıyorum
5 Haziran 1960 Pazar, Karabucak…
Annemle babamın fısıldaşmaları ve yanmış kireç kokusuyla uyanmıştım. Gözlerimi araladığımda bembeyaz duvarlarla karşılaşmış, bir an için nerede olduğumu anımsayamamıştım… İvriz’de miydim, Misli Köyü’nde miydim, yoksa Mersin’de miydim? Mersin’de olamazdım, barakaların duvarları böyle bembeyaz değildi. İvriz aklıma geldiyse de ranzalardan birinde olmadığım gibi annemle babamın İvriz’de işi neydi… Neredeydim acaba?
Yatakta doğrulup, etrafa göz atınca kardeşim Mustafa’nın yanımda yatmakta olduğunu görmüştüm. Üstelik tavanıyla birlikte bütün duvarları bembeyaz ve pencereleri olmayan bir odada bulunuyorduk. Sineklik olarak tanımlayabileceğimiz tel örgüden yapılmış kapısından giren ışıkla aydınlanmıştı yattığımız yer. Yattığımız odanın normal bir kapısı yoktu yani. Yatakta bir süre oturup, odaya göz gezdirdikten sonra zihnimi toparlamaya çalışmıştım.
Kalkıp dışarı çıktığımda, ormanda bir dere kenarında bulunduğumuzu görmüştüm. Birden anımsamıştım. Karabucak Okaliptüs Ormanı Fidanlık bölümündeydik. Dün Mersin’den buraya gelmiştik. Gelmiştik çünkü Tarsus Karabucak Orman İşletme Müdürlüğü, her yıl olduğu gibi bu yıl da, fidanlıktaki ağaçlandırmada çalıştırılmak üzere mevsimlik işçi almaktaydı. İş bulmak ve çalışmak için buraya gelmiştik.
Annem odamızın önüne serilen hasır üzerine kahvaltı amacıyla bir sini yerleştirmiş, üzerine kahvaltılık koyuyordu. Burada yerleşmemize önayak olan Şerife teyze Günaydın diyerek elindeki demlikle yandaki barakadan çıkmıştı. Bize çay demlemişti. Annemin hazırladığı siniye demliği bıraktıktan sonra ‘’Başka bir ihtiyacınız olursa çekinmeden söyleyin.’’ Dedikten sonra ayrılmıştı. Bir süre sonra da oldukça alımlı olan kızı Zeynep evden çıkmış, ‘’Günaydın, afiyet olsun’’ Dedikten sonra fidanlık işletme şefliğinin yolunu tutmuştu. Orada çalıştığını söylemişti annesi.
Karabucak Ormanı Güresin ve Turan Emeksiz olarak iki bölüme ayrılmaktaydı. Karabucak bataklığında kurulmuş olan Güresin Ormanı 850 hektar olup okaliptüs ağaçlarıyla kaplı bir ormandı. Genellikle fıstıkçamının kapladığı Akdeniz kıyısındaki alan ise 1650 hektar olup Turan Emeksiz olarak adlandırılıyordu. Sonraki yıllarda babam Turan Emeksiz ’de 17 yıl süreyle koruma memuru olarak çalışacaktı. Bu nedenle ben ve kardeşim de 1987 yılına kadar bir biçimde yaz tatillerinde Karabucak Ormanı’nda olacaktık.
Kardeşim Mustafa da kalktıktan sonra kahvaltımızı yapmıştık. Bizi beklemekte olan Zeynep’in babası Halil Amca ‘’Haydi bakalım, elçi başı Tarsuslu Derviş Çavuş’un yanına gidelim.’’ Dedikten sonra ‘’Burada mevsimlik işçi alımı ve çalıştırılmasını çavuşlar düzenler.’’ Demişti. Elçi ve çavuş kavramlarını pamuk tarlalarından biliyorduk, yabancısı değildik.
Su tahliye kanallarından birinin yanında ağaç dikim alanı olarak hazırlanmış bir parselde çalışan 15-20 işçinin başında bulmuştuk Derviş Çavuşu. Halil amca bizleri tanıtmıştı Derviş Çavuşa. Kardeşim Mustafa ile benim öğrenci olduğumu özellikle vurgulamıştı. Derviş çavuş bizleri çantasından çıkardığı yevmiye defterine kaydettikten sonra babamı bedensel güç isteyen işlerden birine göndermişti. Kardeşimle bana dönerek tüplerde hazırlanmış okaliptüs fidelerinin toprakla buluşmasını sağlayacaksınız, yani toprağa dikeceksiniz demişti. Böyle bir iş verilmesine sevinmiştik. Kazma ve küreklerimizi alarak diğer işçilerin yanında yerimizi almıştık.
Dikimin yapıldığı açık alandan kuzeydeki Toros Dağları da görünüyordu. Toros Dağları yaşamı devam ettiren muhteşem bir anıt gibiydi. Öyleydi çünkü İlkbaharda karların erimesiyle birlikte bütün sularını Seyhan, Ceyhan ve Berdan Nehirleriyle Akdeniz’e gönderiyordu. Akdeniz’e dökülen bu nehir suları kimi zaman coşkulu bir biçimde akarken, kimi zaman da sel olup taşmaktaydı yataklarından. Binlerce yıl bu taşkınların sıkıntısını çekmişti tarihteki Kilikyalılar ve şimdiki Çukurovalılar. Berdan Nehri ise önce yolu üzerindeki Regma Gölüyle Tarsus’u bir liman şehri yapmış, sonrasında da taşıdığı alüvyonlarla bir bataklığa dönüştürmüştü. Karabucak Okaliptüs ormanı Regma Gölü bataklığı üzerine kurulmuştu.
Karabucak Ormanını oluşturan Avustralya kökenli okaliptüs ağaçları Osmanlı devletine 19. yüzyılın son yarısında girmişti. Okaliptüs ağaçları bölgeyi ormanlaştırma, yol kenarlarında süs bitkisi, bataklıkları kurutmak, toplum sağlığıyla ilgili olarak sıtmayla mücadele gibi nedenlerle dikilmişti dünya genelinde. Egzotik bir ağaç olan okaliptüs 19. yüzyıldan sonra Avrupa’dan Uzakdoğu’ya kadar dünyanın sulak ve ılıman bölgelerinde, başta endüstriyel amaçlı olmak üzere, bataklıkların ıslahında kullanılmaya başlamıştı.
1883 yılında Çukurova’nın ortasında bulunan Tarsus- Karabucak bataklığının kurutulması gereği, “çevre temizliği” bakımından devleti ilgilendiren önemli bir sorun olarak belirmişti. Bataklığı kurutmak ve ziraat arazisi haline getirmek şartıyla Karabucak ve etrafındaki 89.000 dekar saha, 56.000 kuruş bedelle İngiliz Dara Kumpanyası ’na ihale edilmişti. Ancak şirket bataklığın korkunç manzarası karşısında işe başlamaya cesaret edememiş, bu öldürücü bataklığı yalnız başına yenemeyeceğini düşünerek işi bırakmıştı.
Okaliptüs ağaçları tohum, fidan ve klonlama sistemiyle yetiştirilmekteydi. Taban suyu yüksek yerlerde diğer ağaç türlerine göre çok daha iyi ve hızlı gelişme göstermekteydi. Bataklık Cumhuriyet döneminde, 1939 yılında ilk kez okaliptüs fidanı dikilerek ağaçlandırılmaya başlanmış ve günümüzde Karabucak okaliptüs ormanı adını almıştı.
Karabucak ’ta okaliptüs tohumları seralardaki tüplerde fidan haline getirildikten sonra toprakla buluşturuluyordu. Mevsimlik işçilerin görevi fidanları usulüne uygun olarak toprakla buluşturmaktı. İvriz’deki tarım derslerinde edindiklerim burada çok işime yaramıştı. Hem para kazanmış hem de tarım derslerinde edindiklerimin uygulamasını yapmış olacaktım.
Konaklama yerimiz konusunda hayal kırıklığına uğramış olmakla birlikte çalışma alanımızdan mutlu olmuştum. Açık hava ve ağaç dikimi yabancı olmadığım bir uğraştı. Diğer taraftan, gün doğmadan daha neler doğardı…