1951 Bulgaristan Göç Anılarım Bölüm 2
Birden acı bir çığlık koptu. ‘’Annemi isteeriiim… Onsuz bir yere gitmeeem… annemi isteeriiim.’’ Diye çığlık çığlığa ortalığı birbirine katan üç buçuk yaşındaki en küçük kardeşimiz Şaban’dı… Yolculuk boyunca öksürmekte olan annemde, o günlerin deyimiyle, ‘’ince hastalık’’ başlangıcı bulmuşlardı misafirhane revirindeki doktorlar. Acil tedavisi gerektiğinden, iki ay doktorların gözetimi altında olması gerekiyormuş. Bu nedenle Edirne’den ayrılmasına izin vermemişlerdi hastalığı gittiği yerdekilere bulaştırır diye… Babam da yanında refakatçi olarak kalacaktı. Kardeşimizin tepkisi annesiz yollara çıkacak olmasınaydı…
İnce hastalık olarak da bilinen ‘’verem’ ’in enfeksiyon kaynağı bir hastanın öksürmesi sonrasında, havada asılı kalan verem mikrobu sağlıklı bir birinin solumasıyla yayılıyormuş. Sağlıksız ve dondurucu soğuklarda balık istifi yolculuk sırasında mikrop taşıyan bir başkasından kapmış annem mikrobu. Zamanında önlem alınmazsa hasta veremi bulaştırma kaynağı olduğu gibi tedavisi de en az 6 ay süren, uzun süreli bir tedavi gerektiren hastalığa dönüşürmüş. Hastanede ilk iki ayda ağızdan alınan 4 tür ilaç ve hastane sonrasındaki 4 ayda da iki tür ilaç ile toplam altı ay süren tedavi uygulanırmış. Bu tedavinin püf noktası ise tedaviyi aksatmamak gerekiyormuş. İlaç kullanan hasta bulaşıcı olmaktan çıktığı gibi, düzenli ilaç kullandığında da hastalık tamamen iyileşirmiş. Bu yüzden annemin bizimle yolculuk yapmasına izin verilmemişti. İki ay hastanede kalması gerekiyormuş.
İki gece konakladığımız Edirne Göçmen evi 360 kişilik kapasitesine karşın 1000 kişiyi kötü koşullar altında barındırmaktaydı. Başka seçeneği de yoktu. Yoktu çünkü sürekli muhacir geliyordu Bulgaristan’dan. Göçmenler (muhacirler) ilk olarak burada konaklamakta, kimlikleri yeniden düzenlenmekteydi. Bulgaristan’da soyadı yerine babanın ismi kullanılmaktaydı. Oysa Türkiye’de Soyadı Kanunu gereği yeni bir düzenleme yapılmalıydı. Babam ailemize ‘’Akıncı’’ soyadını alırken Halil dedem ailesine ‘’Kurtuldu’’ soyadını almıştı Bulgaristan’dan kurtulduğumuz için…
Elbistan Maraş’a yolculuk …
Çığlık çığlığa tepinmekte ve ağlamakta olan en küçük kardeşimizi Cemile Teyzemle anneannem güçlükle yatıştırdılar. Çocuklarla arası çok iyi olan Kerim dayım da ilgisini dağıtmakta oldukça yardımcı oldu da bizi Haydarpaşa Garına götürecek olan kara tren vagonlarında yerimizi aldık. Anneannem, Halil dedem, dayılarım ve kardeşlerimle birlikte bazı köylülerimiz Maraş İli Elbistan kazası köylerinden birine yerleştirilmek üzere yola çıkarılmıştık. Amcamın Antalya taraflarında bir yere, halamın da Tokat taraflarında bir yere gönderildiğini öğreniyorum sonraki yıllarda
Maraş Elbistan köylerinden birine giderken geriye, geçmiş yıllara gitmişti Halil Dedem. Güngörmüş biriydi, dinledikleriyle Balkanlar hakkında bilgi sahibi olanlardandı. Bulgaristan, Türklerin en yoğun yaşadıkları Balkan ülkesiydi. Savaştan, yani 93 Harbinden önce, Tuna vilayeti ile Edirne vilayetinin Filibe ve İslimye sancaklarında yaşayan Türklerin sayısı 1 milyon 500 bin ila 1 milyon 700 bin civarındaydı ve toplam nüfusun yarıya yakınını oluşturuyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde gerçekleşen en büyük felaketlerden birisi, ’93 Harbi’ ydi. Bu savaş, Osmanlı İmparatorluğu’na toprak ve itibar kaybettirdiği gibi İmparatorluğu da büyük bir göç dalgası ile karşı karşıya bırakmıştı. Sonra da arkası gelmiş, Şumnu ve çevresinde yaşayan Balkan Türklerinin göç hareketini başlatmıştı.
Sisler arasından hayal meyal anımsadığım kadarıyla önce Edirne Karaağaç Garından başlayan yolculuğumuz İstanbul Sirkeci Garına ulaşmamızı sağlamıştı. Sirkeci’den bindirildiğimiz bir gemiyle İstanbul Boğazını geçerek Haydarpaşa’ya geçmiştik. Hava oldukça soğuk olmasına rağmen, hayatımızda ilk kez deniz görmenin heyecanıyla, üşüdüğümüzün farkına bile varmamıştık. Haydarpaşa Garında tekrar bindirildiğimiz kara tren vagonlarıyla yaklaşık 1 300 km’lik bir yolculuk başlamıştı. Büyüklerimizin trendeki görevlilerden biriyle yaptıkları konuşmalarından anladığım kadarıyla önce 1948 yılında faaliyete geçen Maraş Tren Garına kadar gidilecek, sonra da Elbistan’a ulaştırılmış olacaktık.
Bir hafta on günlük zahmetli bir yolculuktan sonra ulaşmıştık. Anımsadığım kadarıyla 10-12 aile birlikteydik. Maraş İlinin Muhacirler Birimi yetkilileri tarafından karşılanmış, zorunlu bir takım ihtiyaçlarımız giderilmiş ve bir süre dinlenmemiz sağlanmıştı.
Muhacirliğimizin ya da göç sonrası serüvenimizin bundan sonrasının daha iyi anlaşılması için, o dönemdeki adıyla Maraş ve Elbistan’ın doğa yapısından söz etmeliyim. Bizimle birlikte 10 gün yolculuk yapmak zorunda kalan tren görevlileriyle haşır neşir olmuştu büyüklerimiz. Onlar Bulgaristan ve göç hareketine neden olan asimilasyonu sormuşlar, büyüklerimiz de Maraş ve Elbistan köyleri hakkında bilgi edinmek istemişlerdi. Kahramanmaraş ili topraklarının % 60’ı dağlarla, % 24’ü plato ve yaylalarla ve % 16’sı ovalarla kaplıymış. Maraş Dağları Güney Torosların devamı olup, dağlar arasında geniş ovalar ve bol akarsular yer alır. Demişlerdi.
Doğa koşullarının beklenmeyen derecede zor olduğu Elbistan’daki yetkililer yerleşeceğimiz yer seçiminde aileler birbirinden koparılmıştı. Elbistan köylerine birer aile olmak üzere dağıtılmıştık. Yanlış bir uygulama olmuştu. Yüzyıllarca yaşadığımız topraklarımızdan kopartıldığımız gibi, burada da birbirimizden kopartılmıştık. Bu koparılış psikolojik olarak olumsuz sonuçlara yol açacaktı sonraki günlerde. Kurtuldu ailesini oluşturan anneannem, dedem, teyzem ve dayımlarla biz üç kardeşe de Elbistan’dan yaklaşık 50 km uzaklıkta Hasanuşağı köyü görünmüştü.
Hasanuşağı Köyü-Elbistan, Mart 1951…
Köyde bize ayrılan ağıldan bozma bir evdi. Kış koşullarında bu ev, hele Maraş bölgesinde, yaşama uygun bir yer değildi. Yine de Dedemle birlikte Hüseyin, Kerim ve Yusuf dayımlar hayvan ağılını yaşanacak hale getirdiler. Hasanuşağı köylüleri bize sahip çıkıp, yardımcı olmaya çalıştılar ilk günlerde. Bir süre sonra herkes kendi işine döndü. Bulgaristan’daki köyümüzden çok farklı bir yapısı olan Hasanuşağı Köyünün arazi yapısı tarıma elverişli değildi.
Sonraki yıllarda öğrendiğime göre bizleri Alevi-Kürt köylerine yerleştirmişlerdi. 1951 yılında bu köylerin görüntüsü köy altı yerleşimler olarak bilinen mezralar tipindeydi. Mezralar genellikle küçük ve az nüfuslu olup, su kaynaklarına yakın olurlardı. Dağınık dokulu yapıya sahiptiler. Evler arasındaki uzaklıklar 500 metre ile 1500 metre arasında değişirdi. Alevi Kürtlerin gelenek ve görenekleri bizimkilerden çok farklıydı. İlk bir hafta içinde buralara uyum sağlayamayacağımız anlaşıldı…
Hasanuşağı Köyü, karasal iklimin etki alanı içerisinde olup, ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıydı. Söğütlü Çayı’nın iki yakasına kurulmuş olan köyün arazi yapısı, hayvancılık için elverişliydi ancak tarım arazisi sınırlıydı. Sulu alanlar dışında kayda değer bir bitki örtüsü de yoktu.
Kapana kısıldık duygusuna kapılmıştık. Biz muhacirlere her yönüyle çok yabancıydı Elbistan köylerindeki Sosyo-ekonomik yapı… Buralardan gitmenin, bu köylerden kaçmanın bir yolu bulunmalıydı. Bulunmalıydı ama önce Edirne’deki hastanede kalan annemle babamın bizi bulması gerekiyordu bu kapandan kurtulmak için… Edirne’deki Göçmen Misafirhanesinden ayrılalı neredeyse iki aya yakın bir zaman olmuştu. Halil dedemlerle geldiğimiz Elbistan’ın Karahasanuşağı Köyüne uyum sağlamaya çalışıyorduk. Bu arada dört yaşına basmakta olan kardeşim Şaban yolculuk boyunca üşütmüş ve öksürük nöbetleri de artmıştı. Her geçen gün durumu daha da kötüleşiyor, annemi isterim diye tutturuyor ve ağlıyordu...
Hasanköy Elbistan, Mayıs 1951…
Uykumuz bitmişti ama yataktan çıkmak istemiyordum. Dün oldukça yorulmuş olmalıydık. Bahar gelmiş, her tarafta çiçekler açmış ve yaklaşık 50 metre uzaktaki deremiz de çağlayanlar oluşturarak akıyordu. Güzel, güneşli bir gündü. Kardeşlerimle birlikte dere tepe dolaşmıştık. Sürekli ”annem de annem…” Diye tutturup ağlayan küçük kardeşimiz Şaban’ın dikkatini dağıtmak istemiştik kardeşim Mustafa ile…Dikkatini dağıtmıştık ama bazı yerlerde kucağımızda taşımak zorunda kalmıştık. Yorulmuştuk açıkçası…
Tekrar gerinip diğer tarafıma dönmek üzereydim ki yandaki odadan mırıltılar duydum. Alçak seslerle konuşanlardan birinin sesini babamınkine benzettim…Acaba…Dedim. Annemle babam gelmiş olabilir miydi? Hızla kalktım ve yan odaya geçtim…Gözlerime inanamıyordum, gelmişlerdi gerçekten. Önce ellerini öpüp, hoş geldiniz dedikten sonra anneme sarıldım. Babam içinden seven birisiydi, sarılmayı sevmezdi pek. Babasından öyle görmüştü. Çocukluğumuzda annemize daha yakındık. Annemle hasret giderdikten sonra kardeşlerimi uyandırdım.
Anne hasreti çeken kardeşimiz Şaban’daki sevinci görecektiniz. ”Annem de annem” Deyip dizinin dibinden ayrılmıyor, bir taraftan da sürekli öksürüyordu. Şaban’ı bağrına bastıktan sonra sevip, okşayan annemi öksürükler telaşlandırmıştı. Acaba oğlum da mı kaptı hastalığı demişti…Yanılmadığı da bir süre sonra anlaşılacaktı. Babam biraz durgun ve moralsiz görünüyordu. Bizi bulmaları oldukça maceralı ve zor olmuş… Öyle söylemişti babam…Zor olmuştu çünkü yardım istedikleri bazı kişi ve kuruluşlar Bulgaristan’dan gelmiş olmamızı pek hoş karşılamamışlar, geldiğiniz yere dönün demişlerdi.
Bir süre daha hasret giderdikten sonra, dedemlerle birlikte gelen eşyalarımızı yükleyecek bir araba bulmanın telaşına düşülmüştü. Ulaşım konusunda Karahasanuşağı köylüleri öküzlerin çektiği bir araba ile bize yardımcı olacaklarını vaat etmişlerdi. En azından yatak-yorgan, kap-kacak gibi eşyaların yanı sıra annemle en küçük kardeşimin taşınmasını sağlayacaklardı. Halil Dedelerde bir gece kaldıktan sonra ailemize yerleşim yeri olarak gösterilen Hasan Köye gitmek üzere köyden ayrılmıştık. Hasanköy dedemlerin köyünün yaklaşık 3 km doğusundaydı ama aralarındaki yüksek platolar, derin vadiler ve geçit vermez boğazlardan ötürü yol uzamaktaydı. Yaklaşık 10 km’lik yolculuktan sonra Hasanköy’e ulaşmıştık.
Anımsadığım kadarıyla, ulaştığımız Hasanköy’de bize de ağıldan bozma, her tarafı dökülen bir ev vermişlerdi. Babam oldukça becerikli ve çalışkan biriydi. Birkaç gün içinde evi oturulacak hale getirmişti. Bu köydeki evler de birbirinden oldukça uzakta olup, köy altı yerleşimler olarak tabir edilen mezra görüntüsündeydi. Küçük ve az nüfuslu olan Hasanköy su kaynaklarına yakındı. Dağınık dokulu yapıya sahip bu köyün içinden bir ırmak geçmekteydi. Karasal iklimin etkisinde olan köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıydı. Köyün arazi yapısı hayvancılık için elverişli olup, tarım arazisi yok denecek kadar azdı. Sulu alanlar dışında kayda değer bir bitki örtüsü de yoktu.
Zorlu doğa koşullarının hâkim olduğu Hasanköy de Alevi-Kürt köylerinden biriydi. Bu köy sakinleri de diğer Kürtler gibi merkezden uzak, ulaşılması zor yüksek dağlar ve kanyonlarla çevrili yerleri seçmişlerdi. Seçmişlerdi çünkü Kemalizm’in Kürtler hakkındaki görüşü, her zaman içsel çelişkilerle dolu olmuştu. Bir yandan resmi görüş onların Türk olduklarını iddia ediyor, öte yandan da Türk olmadıkları için onlara hiçbir zaman güvenmiyordu. Onları asimile ederek Türkleştirme yoluna gidiyordu. Kürt Alevilere karşı tutum çok daha paradoksal ve tutarsız olmuştu. Yönetimin Kürtlere güven duymamasının sonucu olarak Kürtler de Türklere güven duymuyorlardı.
Köydeki tek Türk ailesi olmamız durumumuzu oldukça zorlaştırmıştı. Zorlaştırmıştı çünkü Akıncı Ailesi hem Türk hem de Sünni Müslüman’dı. Sünni Müslüman olmamızın yanı sıra Bulgaristan’daki asimilasyon uygulamasının sıkıntılarını yenebilmek için gelenek ve göreneklerimize sıkı sıkıya sarılmış, kurtarıcı olarak inançlarımızı kuvvetlendirmiş, kadınlarımız kara çarşafa bürünmüşlerdi.
Oysa Alevi Kürtler iki yönüyle bizden oldukça farklıydılar. Her şeyden önce erkelerinde neredeyse hiç tek eşlilik yoktu. Birden çok kadınla evleniyorlar, ekonomik durumları çok iyi olmasa bile akça pakça gördükleri kadın ve kızları haremlerine almakta tereddüt etmiyorlardı.
Diğer taraftan Kürt olmanın yanı sıra Aleviliği de benimsemiş olduklarından, Alevi Kürtleri komşularınca genellikle Kızılbaş olarak anılıyordu. Kızılbaşlar ilahi kuvvetin hamili bulunduklarını ve imamlarının Sünnilerin elinde işkence ile öldüğüne inanmışlardı. Öyle duymuştum büyüklerimizden. Bunun için Sünnilere düşmanca davranıyorlarmış. Alevilerle Sünniler arasında evlilik bağları kurulamazmış.
Alevilere göre Hz. Muhammed sağlığında kendisinden sonra halife olarak Hz. Ali’yi düşünmüştü. Ama vefatından sonra bu gerçekleşmemişti. Muhammed’in daha cenazesi kalkmadan hilafet meselesi gündeme gelmiş ve Hz. Ali saf dışı yapılarak Ebubekir halife olmuştu. Sonraki yıllarda da, Ebubekir tarafından, vasiyet yöntemi ile Ömer halife seçilmiş. O da kendisinden sonra Osman’ı halife seçmişti. Bu olaylarda Hz. Muhammed’in vasiyetine uyulmadığı, O’nun buyruğuna aykırı bir seçim yapıldığı için, Aleviler Hz. Ali’ye ve dolayısıyla Hz. Muhammed’e haksızlık yapıldığı kanaatine varmışlardı. Bu olaylar nedeniyle Hz. Ali dışındaki üç halife takipçilerine mesafeli durmayı seçmişlerdi.
Köylüler başlangıçta bize yardımcı oldular ama yaklaşık üç ay kaldığımız köyde bizi içselleştiremediler. Köyün bulunduğu arazi yapısından ötürü yeterli tarım arazisi yoktu. Olsaydı da hasat yapacağımız arazimiz yoktu. Mezra yapısındaki köyde ailemizin nafakasını kazanacak iş de yoktu. Annemin hastalığı neredeyse geçmişti, iyi görünüyordu. Ancak en küçük kardeşimin durumu her geçen gün daha da kötüleşiyordu. Köye en yakın sağlık kuruluşu Elbistan’daydı. Köyde ulaşım aracı öküz arabalarıyla atlardı. Bu nedenle kardeşimiz tedavi edilemiyordu.
En küçük kardeşimiz vefat ediyor…
Yürek burkan acı bir çığlıkla uyanmıştık. Annem yanımızda yatmakta olan kardeşimiz Şaban’ın başında dövünüp, duruyordu. ”Yavrum Şabanıım, doyamadığım Şabanıım…” Diye feryat ediyordu. Ne olmuştu da feryat ediyordu. Yanımızda yatıyordu işte…Kalkıp, kardeşimize odaklandığımızda nefes almadığının farkına varmıştık. Kaybetmiştik kardeşimizi. Babam dini bütün, tevekkül sahibi biriydi. ”Allah’ım böyle uygun görmüş, oğlumuzun daha fazla hırpalanmasını istememiş olmalı ki Cennetine aldı.” Demişti.
Köy muhtarına ve imamına haber verildi. Mezar yeri gösterildi ve kazıldı. Usulüne uygun defin işlemi yapıldı. Eve döndüğümüzde ailemizde tarifi imkansız bir acı vardı. Sen kalk, Bulgaristan’ın Karagözler köyünden zorunlu göçe tabi tutul ve Maraş Elbistan köylerinden birinde ciğer pareni toprağa ver. Annem bir hafta kendine gelememişti. hastalığının tekrar seyredeceğinden korkmuştuk. Hani derler ya ”ateş düştüğü yeri yakar.” Şaban’ın ölümü de Akıncı Ailesini yakmıştı.
Hasanköy’deki Sosyo-ekonomik uyumsuzluğun ve işsizliğin üzerine tuz biber eken kardeşim Şaban’ın yeterli beslenemediği ve hastalığı tedavi edilemediği için öbür dünyaya göç etmesi oldu. Muhacirliğimizin ilk üç ayında ilk insan kaybımızı vermiştik. Sonrası da gelecekti Çukurova’daki pamuk tarlalarında mevsimlik işçi olarak çalışırken.
Temmuz 1951 yılına kadar köyde kaldık. Babam köyde ve yakın çevresinde bedensel güç gerektiren işler aradı fakat bulamadı. Ayrıca Bulgaristan’daki köyümüzden çok farklı bir Sosyo-ekonomik yapısı olan Hasan Köyün sakinleri ile uyum sağlamamız ve asimile olmamız mümkün olmadı. Ailemizi geçindirecek iş olmadığı gibi iş bulma olanağı da yoktu. Diğer köylere dağıtılmış olan muhacirlerin de durumları bizden farklı değildi. Bu kapandan kurtulmalıydık.
Yaz yaklaşıyordu. Elbistan kazasına inen bazı Karagözlüler Çukurova’dan gelen bazı kişilerin mevsimlik işçi aradıklarını öğrenmişlerdi. Mevsimlik işçi olarak Çukurova’ya gitmek kurtuluşumuz olabilirdi. Karar verildi. Çukurova’ya gidilecekti. Bizler için neler getireceği pek belli olmayan yeni bir göç olayı başlamak üzereydi…