1951 Bulgaristan Göç Anılarım Bölüm 7
İLKOKUL YILLARIM (1955-1958)…
1951 yılının soğuk mu soğuk bir Şubat ayında Bulgaristan’dan başlattığımız göç hareketimizin 4. Yılına Mersin’de girmiştik. Edirne göçmen misafirhanesiyle başlayan Türkiye maceramızda sırasıyla Elbistan Hasan Köy, Ceyhan pamuk tarlaları, Osmaniye Yeşilova Köyü, Niğde Merkez Misli/Konaklı, Çukurova Osmaniye ve Mersin Göçmen barakaları…
1951 yılında Bulgaristan’daki varlıklarından koparılan bizler 4 yıl sonra hala toparlanamamış ve Mersin’deki Göçmen barakalarında yaşamak, çırçır fabrikalarında çalışmak, simit satmak ve sağlıksız koşullarda yaşamak zorunda kalmıştık. Tek kurtuluşumuz, nasıl ve ne şekilde olursa olsun, iyi bir eğitim görmekten geçiyordu. Geçiyordu çünkü yaşadığımız Göçmen barakaları, özellikle yağmur sonraları iyice yaşanmaz hale geliyordu. Yağmur sonrası barakalarımıza dolan çamurlu suyla mı, yoksa bastığımızda ayaklarımızı kurtaramadığımız çamurla mı yaşayacaktık? Hafakanlar basıyordu. Basıyordu ama başka seçeneğimiz de yoktu. Olumsuzluklardan olumlu sonuçlar çıkarmasını öğrenmiş ve önlemler almaya da başlamıştık.
Derken yaz tatili bitmiş, okula başlama zamanı gelmişti. Günümüzdeki Kuvayi Milliye Caddesi üzerinde, aynı adla anılan ilkokulun üçüncü sınıfına kaydımız yapılmıştı…1955 yılının Eylül ayının üçüncü haftasında okul başlamıştı. Anımsadığım kadarıyla annem hala hastanede ve babam da sürekli bir iş bulamamıştı. Her ne kadar simit satarak biraz harçlık biriktirmişsem de ayakkabı, önlük ve kitap-defter için yeterli paramız olmamıştı. Bu kez de okul aile birliğinin yardımlarıyla eksiklerimiz tamamlanmıştı. Bu tür yardımları unutmuyorduk, karşılığını vermeliydik. Özellikle kardeşim ve ben başarılı öğrenciler olmak için olağanüstü gayret gösteriyorduk. Sonucunu da alıyorduk.
Mersin Kuvayi Milliye İlkokulu Göçmen barakalarının yaklaşık 1200 metre kuzey-batısında, Mersin Şehir Mezarlığı yolu üzerindeydi. Barakalardan rahatlıkla görülebiliyordu. 1952 yılının Ekim ayında temelleri atılan okulumuzun 1953 yılının Ekim ayında eğitim ve öğretime başladığını öğrenmiştik sonraki günlerde. Bizim kaydımızın yapıldığı 1955 yılında üç yıllık okuldu, bu yüzden üçüncü sınıfları vardı.
30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında, 17 Aralık 1918’de Müslüman Hintli askerlerin çoğunluğu oluşturduğu İngilizler tarafından işgal edilen Mersin, daha sonra gönüllü Ermeni birliklerden oluşan Fransızlara terk edilmişti. Gönüllü Ermeni birliklerinin, şehir içinde yaptıkları taşkınlıklar ise, işgal acısını yaşayan Mersinlilerin acılarının, bir kat daha artmasına neden olmuştu. Bunun üzerine Çavuşlu Köyü’nden Hıdıroğlu Ali Efendi, Yanparlı Hüseyin, Mezitlili Emin Efendi ve Gökçil İsa gibi yerel eşraf, din adamı, yerel yönetici ve askerlerden oluşan ve merkezi Gözne yaylası olan bir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulmuştu. Böylelikle Mersinli milli müdafaa güçlerinin işgallere karşı daha örgütlü mücadelesi sağlanmıştı. Mersin ve çevresindeki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, işgalin sonuna kadar, Kuvva-i Milliye’nin ihtiyaçlarını ve donanımlarını tamamlayarak, hizmette bulunmuşlardı.
1918 yılında başlayan işgalin, 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması ile sona ermesi sağlanmıştı. Fransa 21 Aralık 1921 tarihine kadar Çukurova’yı boşaltmayı kabul etmişti, Mersin’in Türk askerine devir-teslimi ise 5 Ocak 1922’de gerçekleşmişti. Bu nedenle 5 Ocak Mersin’in kurtuluş günü olarak kutlanmaktadır. Bölgenin düşmanlardan temizlenmesi için canlarını seve seve veren Kuvayi Milliyecilerin anısına ithafen, İl Genel Meclisi almış olduğu bir kararla, okulumuzun adı “Kuvayi Milliye İlkokulu” olarak belirlemişti. Kuvayi Milliye İlkokulu başlangıçta İhsaniye, sonra Osmaniye ve nihayetinde Sağlık Mahallesi sınırlarına dâhil edilmiştir.
Okulumuzun ilk Başöğretmeni Mustafa Kirazcı idi. Öğretmenler kadrosunda Kadriye Özmen, Türkan Mutluay, Naciye İkizoğlu, Fatma Yılmaz, Hilmi Yılmaz ve İbrahim Allahtan öğretmenlerimiz vardı. İbrahim Allahtan hala belleklerimdedir. Az daha unutuyordum. Bir de adını anımsayamadığım Napolyon adını taktığımız bir öğretmenimiz daha vardı. Mersin Şehir mezarlığında yatmakta olan anne ve babamı her ziyarete gidişimde, yolumun üzerindeki Kuvayi Milliye ilköğretim Okulunu, açık ise, mutlaka ziyaret ederim.
Kuvayi Milliye ilkokuluna başladığımız dönemlerde de simit satışlarımız sürmüştü. Sabahları tanyerinde fırından aldığımız sıcak simitleri saat 07,30’a kadar satmaya çalışırdık. Satamadıklarımızı okul sonrasına satmak üzere eve bırakır, önlüklerimizi giyer okula giderdik. Derslerin sona ermesiyle eve gelir, karnımızı doyurur ve öncelikle ödevlerimizi yapardık. Ödevlerimiz bittikten sonra da nemli bir tülbentle üzerlerini örttüğümüz simitler taze gibi olur ve tekrar satışa çıkarılırdı. Satamadıklarımızı kendimiz yerdik.
1955-56 Eğitim ve Öğretim yılının birinci yarıyılını başarıyla tamamlamıştık. Notlarımız oldukça iyiydi. Bu arada annem hastaneden çıkmış, babam da sütünden yararlanalım diye bir keçi almıştı. Çevremizde yeşillik ve ot boldu. Bir taraftan keçiyi otlatırken bir taraftan da okumaya dayalı derslerimizle ilgili ödevlerimizi yapardık. Kalan boş zamanlarımızda da Mersin Halk Kütüphanesinden ödünç aldığımız kitapları okurduk. Bilim kurgu yazarı Jules Verne ’nin ‘’Aya seyahat’’ ve ‘’Bir piyango’’ adlı eserlerini o dönemde okuduğumu anımsıyorum.
Birinci yarıyıl tatilinin bir bölümünü keçi otlatmakla geçirirken büyük bir bölümünü kitap okuyarak geçirmiştik. İkinci yarıyıl başladığında okula uyum sağlamış ve öğretmenlerimizin de dikkatini çekmiştik. Bize biraz daha özenli davranmaya başlamışlar ve bilgimizi arttıracak kitaplar da vermeye başlamışlardı. Bütün derslerimiz ‘’pekiyi’’ olarak ikinci dönemi de tamamlamış ve tatile girmiştik. Bu arada annem tekrar hastalanmış ve hastaneye yatırılmıştı…
YAZ ETKİNLİKLERİ, TEMMUZ 1956 MERSİN…
Mersin Kuvayi Milliye İlkokulu değiştirmek zorunda kaldığımız üçüncü okulumuzdu. 1955-56 Eğitim ve Öğretim yılını başarılı karnelerle tamamlamış ve dördüncü sınıfa geçmiştik. Annem hastanede ve babam da sürekli bir iş bulamamıştı. geçmiş dönemde Çukurova’daki Pamuk tarlalarında mevsimlik işçilik dönemini yaşamıştık. Bu kez sürekli bir işi olmayan babamın ‘’günlük işçi’’ dönemi başlamıştı. Mersin’in birkaç meydanında her sabah ‘’amele pazarları” kuruluyordu. Günlük işçi olarak çalışmak isteyen babam gibi işçiler/ameleler sabahın erken saatlerinde bu pazarlarda yerini alıyordu. Günlük işçiye ihtiyaçları olanlar da, yaptıracakları işe göre, ameleler arasından seçim yapıyorlardı.
Amele pazarları hala ülkemizin kanayan yaralarından biridir. Günlük işçi pazarlaması için de ‘’elçi’’ ya da ‘’çavuş’’ adı verilen aracılar ortaya çıkmıştı. Onlarla iyi geçinmek gerekirdi. Ortadoğu ve uzak doğudan kaçak gelenlerin çokça rağbet ettiği amele pazarlarında, sabah 06.00’da kaldırımlara dizilen yaklaşık 100-150 yabancı ve 10-15 Türk işçi kendilerini alacak ‘’elçi ‘’arabalarını bekliyordu. Saat 10.00’a kadar iş çıkmazsa tekrar evin yolunu tutuyorlardı. Babam da bunlardan biriydi. Çiftçilik dışında bir becerisi olmadığı gibi doğru dürüst okuma yazmasının da olmaması genelde işsiz kalmasını sağlıyordu. Sonraki yıllarda en azından adını soyadını yazıp, okuyacak ve imzasını atacak kadarı öğrendi. Giderek, genelde bizim okuyup anlayabileceğimiz mektuplar da yazmaya başladı.
Annemin hastanede olduğu bu dönemde babamın da sürekli bir işinin olmaması kardeşimle beni para kazandıracak yeni arayışlara götürdü. Sabahları simit satmaya devam ediyorduk. Ancak yeterli değildi. Babamın yaptığı derme çatma bir ayakkabı boya sandığı ile ayakkabı boyamaya da başladık. Ne var ki yılın 300 günü güneşli geçen Mersin’de ayakkabı boyacılığı pek para getirmiyordu. Sonunda Halka tatlısı yapıp satmaya karar verdik kardeşimle…
Halka tatlısı yapımı için önce tatlı hamuru hazırlamasını öğrenmeliydik, öğrendik de… 2 çay bardağı ılık süt içinde 3 adet yumurtayı iyice çırptıktan sonra içine kabartma tozu ve irmik ilave ediyorduk. Bu üç malzeme iyice karıştırıldıktan sonra üzerine 3 su bardağı unu da ilave edip, hafif cıvık bir kıvam alan tatlı hamurunu oluşturuyor ve sıkma torbasına koyuyorduk. Sıkma torbasının küçük bir deliğinden, önceden hazırlanmış kızartma tenceresine, halkalar halinde hamur bırakılıyordu. İyice kızaran halkalar da şerbet içinde bir süre bekletiliyor ve satışa hazır hale getiriliyordu. Halka tatlı satışı rağbet görmüş ve para kazanmaya başlamıştık.
1955 yılı Ağustos ayı başlarında babamın güler yüzle ve mutlu bir görüntüyle eve geldiğini anımsıyorum. Biraz da çekinerek ‘’hayır mı baba?’’ Diye sormuştuk. Sürekli bir işinin olacağını anlatmıştı gülerek bize. Mersin Tarsus yolu üzerinde, göçmen barakalarından yaklaşık 6 km doğuda, Karaduvar diye bilinen yerde ATAŞ adında bir tesisin yapımına başlanmıştı. Genelde kol ve beden gücü kaynaklı işçiye ihtiyaç varmış. Orada işe başlamıştı babam, mutluydu. Biz de mutlu olmuştuk.
Günümüzde Akdeniz Belediyesi’ne bağlı bir mahalle olan Karaduvar’da, Mersin limanının temelinin atılmasından sonra, Ataş Anadolu Tasfiyehanesi Mobil, Caltex ve BP tarafından kurulmuş ve yüzlerce kişiye iş kapısı olmuştu. Karaduvar Mersin’in merkezine bağlı bir mahalleydi. Burada yaşayan insanların büyük bir çoğunluğu geçimini tarım ve seracılıktan sağlıyordu. Denize kıyı olan mahallelinin küçük bir kısmı da balıkçılıkla uğraşıyordu. Karaduvar’lalar başlangıçta ATAŞ tesislerinin kuruluşunu sevinçle karşılamışlardı. Ne var ki günümüzde sevinçleri kursaklarında kalmış durumda. Mahalleye girdiğinizde mahallenin ATAŞ petrole ait rafineriler ile tamamen çevrelenmiş durumda olduğunu görürsünüz. Birbirine ellişer yüzer metre aralıklarla yapılmış rafineriler ve koca petrol depolarının atıkları sarmıştır her yeri… Atıkların oluşturduğu kanal üzerinde kümelenmiş sinekler… Meyve ve sebzeciliğin bittiği yer olmuş Karaduvar Mahallesi…
Ağustos sonlarına doğru annem hastaneden taburcu olmuş, babam sürekli bir işe kavuşmuş ve biz de Mersin’e ve yaşadığımız Göçmen barakalarına uyum sağlamıştık. Barakalar ve çevresi biraz daha iyileştirilmiş, sazdan ve tenekeden de olsa evlerin etrafına sınır çekilerek avlular oluşturulmuştu. Sanki yerleşik düzene geçiyor gibiydik. Sazdan olan evlerimizin duvarları sıvanmış, renkli topraklarla boyanmış ve hatta avlularımıza ağaçlar bile dikilmişti. Öyle sanıyorum ki avlumuzda keçimize ek olarak birkaç tavuğumuz bile olmuştu.
Göçmen barakalarında herkes birbirini tanımış, komşuluk ve arkadaşlık ilişkileri güçlenmişti. Vardiya usulü fabrikalarda çalışan ailelerin çocukları komşu aileler tarafından korumaya alınıyor ve bakılıyordu. Arkadaşlarımızla kitaplarımızı değiş tokuş ediyor, sahile birlikte gidiyor, bazen de kiralık bisikletlere biniyorduk.
1950’li yıllarda hemen her mahallede bir yazlık sinema vardı. Bize en yakın olan ise şimdilerde 23 Evler Parkının bulunduğu yerde bir yazlık sinemamız vardı. Yazlık sinemalar en önemli eğlence ve sosyalleşme araçlarıydı. Yazlık sinemalar çoluk çocuk, sere serpe gidilen, bir takım kısıtlamaları olmayan mekânlardı. Zengin, fakir herkesin tek eğlencesiydi yaz gecelerinde. Hatırlarım, Hüseyin Peyda’nın “Mezarımı Taştan Oyun” , Öztürk Serengil’in ‘’Temem Bilakis’’, Danyal Topatan’ın ‘’Çete’’ ve Özcan Tekgül’ün Vur Patlasın Çal Oynasın, Çalsın Sazlar Oynasın Kızlar türü filmleri… Günün olumsuzluklarını, yorgunluklarını gideren ve hayata tutunmamızı sağlayan yazlık sinemalar…
Ben 11 yaşında bir çocuktum ama 20-25 yaşındaki birinin deneyimlerine sahiptim. Kendi başımın çaresine bakmayı öğrenmiştim, bu durumdan da kıvanç duyuyordum. En kötü koşullardan en iyi sonuçlar çıkarmasını öğrenmiştim.
Simit ve halkalı tatlı satışları, kitap değiş tokuşları, arkadaşlarla bisiklet kiralamalar ve geceleri yazlık sinemalar derken yaz tatili bitmişti. Dördüncü sınıfı Kuvayi Milliye İlkokulu’nda okuyacaktık. Bu iyiydi, sınıf arkadaşlarımızla öğretmenlerimizi tanıyorduk. Uyum sorunumuz yoktu, annem hastanede değildi ve babamın da sürekli bir işi vardı. Daha ne olsundu…
İLKOKUL 4. SINIFA BAŞLIYORUZ, EYLÜL 1956 MERSİN…
Simit ve halkalı tatlı satışları, kitap değiş tokuşları, arkadaşlarla bisiklet kiralamalar ve geceleri yazlık sinemalar derken 1956 yılının yaz tatili bitmişti. İlk kez ikinci yılımız aynı okulda olacaktı. Dördüncü sınıfı Kuvayi Milliye İlkokulunda okuyacaktık. Bu iyiydi, sınıf arkadaşlarımızla öğretmenlerimizi tanıyorduk. Uyum sorunumuz yoktu, annem hastanede değildi ve babamın da sürekli bir işi vardı. Daha ne olsundu…
1956-57 Eğitim ve Öğretim Yılına başlarken geriye dönüp baktığımda en iyi başlangıç olduğunu görmüştüm. Bu kez okul aile birliği yardımlarına ihtiyacımız olmamıştı. Babamın sürekli bir işinin olmasının yanı sıra kardeşimle ben de ailemizin bütçesine katkıda bulunmuştuk.
Üçüncü sınıftaki başarılarımız öğretmenlerimiz üzerinde olumlu etki yapmıştı. Ufak tefek hatalarımız olsa da görmezden geliyorlardı. Diğer taraftan öğrenci olarak önemli bir gözlemim olmuştu. İlk haftalardaki performansınız çok önemliydi. Okulun açıldığı ilk haftalarda ödevlerimi eksiksiz yapmış olarak ve işlenecek konulara hazırlıklı olarak derse gidiyordum. Öğretmenlerimiz her soru sorduklarında elim havada oluyor ve sorulara doğru yanıt veriyordum. Öğretmenler üzerinde bir kez olumlu izlenim bıraktıktan sonra gerisi geliyordu. Geliyordu çünkü öğretmenlerimize mahcup olmamak için sürekli çalışmak zorunda kalıyordunuz ve öğretmenleriniz de bazı eksik bilgilerinizi görmezden geliyorlardı. Böylelikle karnenizde bütün dersleriniz ‘’pekiyi’’ olarak yazılıyordu. Güzel bir ödül oluyordu yarıyıl ve yılsonunda…
Havaların elverişli olduğu günlerde simit satmaya devam ediyorduk. Saat 07,30’a kadar simit sattıktan sonra eve gelip, önlüklerimizi giyer, kitap ve defterlerimizle okula giderdik. Okul dönüşü karnımızı doyurduktan sonra, ödevlerimiz okuma kaynaklı ise evdeki keçimizi otlatmaya götürürdüm. Süt ihtiyacımızı karşılayan keçi otlanırken ben de tarih, coğrafya ve okuma ödevlerimi yapardım. Böylece zamanı verimli kullanmanın yolunu öğrenmiştim.
Hafta tatillerinde simitlerimizi sattıktan sonra Göçmen barakalarındaki arkadaşlarımızla sahile inerdik. Mersin Türkiye’nin Akdeniz’deki en uzun kumsallarına ve en güzel koylarından bazılarına ev sahipliği yapıyordu. Kıyılarının toplam uzunluğu 321 km. olan Mersin kıyılarının 108 km. ‘si ise doğal kum plajlardan oluşuyordu. 1955’li yıllarda Mersin sahili alabildiğine bakir ve kilometrelerce uzanan tertemiz kumsalları vardı. Müftü Deresi ve daha ilerisine kadar güle oynaya giderdik. İlk yüzme deneyimlerimiz Mersin sahillerinde olmuştu.
Mersin sahilleri, 1960’tan sonra Mersinliler kadar, Adanalılar, Kayserililer, Karamanlılar, Gaziantepliler biraz da Konyalılar ve Ankaralılar ile güney doğu bölgesinde yaşayanlar tarafından yazlık edinildi. Geçmiş siyasi dönem politikalarımız, bütün sahillerimizde olduğu gibi, Mersin sahil şeridini de bölge halkına, önceleri mocamp ve çadırcılık kültürü ile 90’lardan sonra da yayla evleri yerine sahildeki ‘yazlık ikinci ev kültürü’ ile beton yığınına çevirmiştir.
Bazı hafta sonu tatillerinde de sahilden Müftü deresine ulaştıktan sonra, dere boyunca Yumuktepe Höyüğüne kadar yürürdük. Höyük ve Höyükteki kalıntılar dikkatimizi çekmiş ve Kuvayi Milliye İlkokulundaki tarih öğretmenimizden bilgi istemiştik. Daha önce de söylediğim gibi öğrenmeye aç bir öğrenciydim. Hala da öyleyim…
Arkeoloji dünyasında ayrı bir önemi bulunan Yumuktepe Höyüğü, günümüzde Mersin Kent merkezinin yaklaşık 1 km. kadar kuzeyindeki Toroslar İlçesi’nin Demirtaş mahallesinde yer almaktadır. Denizden 2,5 kilometre içeridedir. Muhtemelen birkaç bin yıl önce deniz kenarındaydı. Büyük coğrafyacı, Ord. Prof. Dr. Besim Darkot’un Yumuk Irmağı olarak adlandırdığı günümüzdeki Müftü Deresi sürekli alüvyon taşıdığından, höyüğün komşusu olan deniz bölümü alüvyonla dolmuş ve höyük içeride kalmıştı. Bir söylenceye göre de Yumuktepe, Roma İmparatorluğunun ilk zamanlarında Zephyrium adlı bir liman idi. Roma İmparatoru Hadrianus zamanında Hadrianapolis olarak değiştirilmiş. Ne var ki deniz kıyı çizgisinin güneye kayması ve 10 km kadar güney batıda, günümüzdeki Mezitli’de, Pompeipolis’in deniz ticaretini ele geçirmesi Yumuktepe ’ye darbe vurmuş. Liman olarak bütün önemini kaybetmişti.
Kuvayi Milliye İlkokulu çok yönlü sosyal bir okuldu. Anımsadığım kadarıyla milli oyun ekipleri, izci grubu, voleybol takımı ve tiyatro grubu vardı. Sosyo-ekonomik durumumuzdan ötürü ben bu etkinliklerde yer alma fırsatı bulamamıştım. İçimde bir yara olarak kalmıştı. Sonraki yıllarda, öğretmen okulları ve üniversite yıllarında acısını çıkardım. Her türlü yürüyüş, açık oturum, boykot, konferans ve fikir kulüplerinde yer aldım. Biraz fazla yer almışım ki dönem arkadaşlarımdan bir yıl sonra Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’ndan mezun olabildim.
Mersin Kuvayi Milliye İlkokulu dördüncü sınıf başarıyla tamamlanmış ve yaz tatiline girilmişti. Mersin ve okulumuza iyice alışmış, uyum sağlamış ve geniş bir arkadaş çevresi de edinmiştik. Üstelik harçlığımızı çıkarmanın yolunu da öğrenmiş ve ailemizden para istemek zorunda kalmayacak hale gelmiştik. Özgürleşmiştik yani…