BULGARİSTAN GÖÇ ANILARIM BİRİNCİ BÖLÜM
ANILARIM
Gönüllü ve Serbest Göçmen olarak göçmüştük Bulgaristan’dan Türkiye’ye. Gönüllü geldiğimiz için bütün mal varlığımızı bedelsiz olarak bırakmıştık Bulgaristan’a. Serbes Göçmen olarak geldiğimiz için de Türk Hükümetinden bir talepte bulunmayacaktık. Türkiye’de yaklaşık 30 yıl sürekli göç yaşadık yerleşik düzen kuruncaya kadar. Zordu göçmen olmak. Aynı Dil, aynı Gelenek ve Görenekler ve ortak Dini İnanışlar olmasına rağmen Bulgar muamelesi gördüğümüz zamanlar oldu. Bulgar muamelesi ise hayatımızı iyice zorlaştırmıştı.
Hangi kabul edilemez uygulamalar ve zorluklar vardı ki Bulgaristan’daki bütün mal varlığımızı bedelsiz olarak bırakıyor, cebimizde beş kuruş olmadan Serbest Göçmen olarak Türkiye’ye gidiyorduk? Sorusunun yanıtını babam ”Dinimizi, gelenek ve göreneklerimizi kurtaarmak için.” biçiminde vermişti. Göçün temel nedeni uygulanan ”Asimilasyon” politikasıydı.
Bazı sessiz çığlıklar vardır. Kulaklarınız duymaz ama hissedersiniz. Hissettikleriniz beyninizi kemirir dururlar, yüreğinizi yakar, eritirler. Böylesi sessiz çığlıkları koparan sorunların başında halklara yapılan ‘’asimilasyon’’ uygulamaları geliyordu.
Yaşam serüvenimizle birlikte, Göç ve göçmenliğin ne olduğunu ”ANILAR’’ başlığı altında bir yazı dizisi haline getirerek anlatmalıydım. Türkiye, özellikle Balkanlardan gelen göçmenlerin ülkesiydi biraz da. Geçmişimiz Balkanlardaydı. Osmanlı İmparatorluğu da Rumeli kaynaklıydı zaten. Geçmişimizi bilmek, geleceğimizi yönlendirmek açısından önemliydi. Öyledir çünkü ”Bilmek, geleceği yönlendirmemizi sağlar.” Geçmişini bilmeyenler geleceklerini kuramazlar…
Şubat 1951 sonları, Karagözler Köyü…
Alaca karanlıkta gözümü araladığımda annem evdeki sobayı çoktan yakmıştı. Gerinerek yan dönmüştüm. Babam bir köşede sabah namazını kılıyordu. Odun sobasının önündeki hava deliğinden çıkan ateşin alevi beyaz badanalı duvara, duvardan da tavana yansıyarak odayı aydınlatıyordu. Kuzine sobasıydı yanan… Üzerine en az iki tencere sığan kuzine sobaların fırınları da vardı. Ekmek, börek, yemek pişirmenin yanı sıra mükemmel ısınma araçlarıydı kuzineler.
Vefat eden Mustafa Durgut Dedemden kalma evimizdeki kuzineli odada yatıyorduk. Dört odalı evin sadece bir odasında soba yanıyordu. Kışın hem oturma hem de yatak odası olarak kullandığımız kuzineli odaya serilmiş olan yataklarda üç kardeş yan yana yatıyorduk. Kardeşlerimden Mustafa 6 yaşında, Şaban ise 2 ya da iki buçuk yaşındaydı. Babam Ahmet ve annem Emine ile birlikte 5 kişilik bir aileydik.
Babamın namazı bitirdiğini gören annem, kalkın artık, yataklar toplanacak, kahvaltı edilecek ve bazı hazırlıklar yapılacak dediyse de ancak soba iyice harlayınca kalkıp giyindik. Kara şalvar, evde örülmüş yün kazak ve yün çorap… İlkbaharın başlangıcı Mart ayında olmamıza rağmen, sanki Kara kışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Pek görülmeyen bir durumdu. Kar ve tipi yüzünden evden pek çıkamadığımız zamanlardı. Böyle bir havada neyin hazırlığı yapılacaktı?
Kahvaltıdan sonra babam evden çıkmıştı. Anneme sordum. ”Ana neyin hazırlığı yapılıyor?” Diye. ”Göç var yavrularım.” Dedi annem. Göç olayını bilmiyorduk ki… Annemin ne dediğini pek anlamamıştım. Anneme ayak bağı olmamak ve arkadaşlarla kartopu oynamak için çıktım evden…
BİRİNCİ BÖLÜM
BALKANLAR VE GÖÇ HAREKETLERİ
Balkan Türkleri…
Türkler, yaklaşık bin yıldır Balkanlar’da yaşamaktaydılar. Osmanlı Beyliği 1300’lü yıllarda Bizans’a yakın sınır bir bölgede ortaya çıkmış, Rumeli’ye geçiş, Osmanlı Devleti’nin büyümesinde en etkili rolü oynamıştı. Gelişme Rumeli’de gerçekleşmiş, Edirne Osmanlının Başkenti olmuştu. Bu nedenle Osmanlı Devleti, Rumeli güdümlü bir Türk- İslam Devletiydi. Bugün Anadolu ve Anavatan olarak kabul ettiğimiz pek çok şehrimizin fethi Rumeli’de fethedilen pek çok şehirden sonra olmuştu.
Osmanlı Rumeli’deki varlığını güçlendirmek ve sürdürebilmek için, Anadolu’daki pek çok Türkmen grubunu sürgünler ve iskânlar neticesinde Rumeli’ye yerleştirmişti. Rumeli’ye yerleşecek olan Türk ailelerinin öncelikle gönüllü olmasını istenmiş, gönüllü olmadıkları takdir de zorla sürgün edilerek fetih edilen bölgeye iskân edilmişti.
14. yüzyıl ortalarında Türklerin Rumeli’ye geçişi Balkanlar’ın tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştu. Osmanlı Devleti büyümüş ve 600 yıl sürecek bir imparatorluğa dönüşmüştü. Ne var ki 1683’te gerçekleşen II. Viyana kuşatmasının başarısız olması imparatorluk için sonun başlangıcı olmuştu. Bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti artık kendi gündemini kendi tayin edemez bir hale gelmiş, Osmanlının gündemini daha çok Avrupalı devletler belirlemişti.
Avrupalı devletlerle birlikte Rusya da Osmanlının Rumeli’den çıkması için her şeyi yapmışlardı. Böylece Rumeli ve Balkanlarda bulunan Türkler Anadolu’ya dönmeye başlamışlardı. Osmanlının güçlü olduğu dönemde Anadolu’dan Rumeli’ye ve Balkanlara akan göç, zayıf düştüğünde tersine dönmüştü.
Osmanlı Devletinin göçler konusunda en çok sıkıntı yaşadığı ve zorlandığı dönem, 93 harbi olarak da bilinen, 1877-78 Osmanlı Rus harbinden sonra gerçekleşen 93 göçüydü. 93 harbinden sonra Anadolu’ya göçmek zorunda kalan 5,5 milyon civarındaki Türklerden en az 500 bin kişi de de yollarda eşkıyalar ve çeteler tarafından öldürülmüştü.
Bulgar milli devletinin kurulmasında etkili bir rol oynayan Rusya, Türklerin Balkanlar’dan Anadolu’ya göçünü adeta zorunlu hale getirmişti. Getirmişti çünkü Türklerin Anadolu’ya göçleri Balkan milli devletlerinin kurulması ve şekillenmesi açısından çok önemli bir faktördü.
Balkanlarda kurulmak istenen devletlerin gerçek hüviyetine kavuşabilmesi bölgeden biran önce Türklerin gitmesine bağlıydı. Bu yüzden en çok Türk göçleri Balkanlardan olmuştu.Karagözler sakinlerinden bazıları olan bizler de artçıları olarak geri dönüşü sürdürüyorduk ve sonraki yıllarda da sürecekti.
Bulgaristan Türkleri…
1389’da Çandarlı Ali Paşa tarafından fethedilen Şumnu bölgesi ki doğduğum Karagözler Köyü de bu bölgede yer alır, Osmanlı döneminde stratejik önem taşıyan askeri üslerden biriydi.
Bulgaristan II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında yer almıştı. Almanya’nın savaşı kaybetmesiyle Rus Orduları 8 Eylül 1944 tarihinde Bulgaristan’a girmişlerdi. Bulgaristan’daki Alman yanlısı hükümet görevden uzaklaştırılmış ve Alman karşıtı gruplar iktidara gelmişti. Bu süreçte, sınıfsız bir toplum yaratma bahanesiyle, Bulgaristan’da yaşayan Türk ve Müslüman-Türklere karşı asimilasyon politikası başlatılmıştı.
Bulgaristan’da yaşayan Türklerin nüfus oranlarını azaltmak için planlı bir şekilde Bulgarlaştırma politikaları başlamış ve 20. Yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar da devam etmişti. Asimilasyonun bir başka görünümü olan Bulgarlaştırma politikası camileri tahrip etmek, camileri kiliseye çevirmek ya da kapatmak, Türkleri vaftiz ederek Hristiyanlaştırmak ve kiliseye dönüştürülmüş camilerde zorla Hristiyan ayinlerine tâbi tutmak biçiminde kendini göstermişti.
Yüzyıllarca hiç durmadan devam etmiş olan Türk göçleri belli aralıklarla hala tekrarlanmaktaydı. Türkiye’de “93 Harbi Muhacereti”, “1924 Mübadelesi” ve “89 Göçü” en çok bahsedilen göçlerdi. Bulgaristan’da 1984 yılından itibaren Türk azınlığa asimile politikası uygulayan komünist rejim, amacına ulaşamayınca 1989 yılında zorunlu göçe karar verdi. Bu büyük zulmün mimarı dönemin Bulgaristan devlet başkanı Todor Jivkov ’du.
Jivkov devri kapandıktan sonra açıklanan belgeler, Bulgaristan Devleti’nin asimilasyon politikasını doğrudan komünist parti eliyle uyguladığını ortaya koydu. Belgelere göre, 1984 yılı sonlarından itibaren Komünist Parti’nin en üst karar alma birimi olan politbüro, Türklere yönelik “Yeniden Doğuş-Uyanış Süreci” adı altında sistematik bir asimilasyon siyaseti başlatmıştı.
Bulgaristan, Todor Jivkov liderliğindeki rejimin Türk ve Müslüman azınlığa yönelik 1984 ve 1989 yılları arasında uygulanan asimilasyon politikalarını 22 yıl sonra kabul etti. Bulgar Parlamentosu 1989 yılında sona eren komünist rejimin, Müslüman ve Türklere karşı uyguladığı asimilasyon sırasında yürüttüğü isim değiştirme, ibadet yasağı, anadilde konuşma ve zorunlu göç gibi etnik temizlik kampanyasını kınayan bildiriyi 11.01.2012’de kabul etmişti.
Bildiri Bulgaristan devletinin Türklere karşı girişilen asimilasyon kampanyasını resmi olarak kabul eden ilk belge olması açısından büyük önem taşımaktadır. Bu kabulden sonradır ki göç tekrar tersine dönmüş ve çifte vatandaşlık gündeme gelmişti.
Karagözler Köyü…
Atalarımın doğup, büyüdüğü ve bu dünyadan göçtüğü Karagözler Köyü Bulgaristan’ın kuzeydoğusunda, Şumnu İlinin Preslav İlçesine bağlı en gelişmiş köylerden biridir. Bir de Bulgaristan’ın güneyinde Kırcaali İlinin merkez köylerinden biri olan Karagözler vardır.
Atalarımın yaşadığı Karagözler, Karadeniz’e kıyısı olan Varna’ya 90 km, Şumnu’ya 50 km uzaklıktaydı. Bağlı bulunduğu ilçe Preslav ise 40 km kuzey-doğusundaydı. Bir bakıma Bulgaristan’ın Karadeniz bölgesi köylerinden biriydi. Preslav ya da Veliki Preslav Bulgar Krallığının ikinci başkentiydi. 893 yılında ana şehir olarak ilan edildikten sonra Bulgaristan’ın önemli önemli kültür ve edebiyat ocağı olarak gelişmişti.
Tipik Balkan ikliminin özelliklerini taşımakta olan köyümüzde kış ayları sert ve yoğun kar yağışlı, yazları ise sıcaktı. Köyün geçim kaynağı hayvancılık ve tarımın yanında odun işçiliğiydi. Sakar Balkan’dan elde edilen odunlar geçim kaynaklarından biriydi. Tarım olarak buğday ve arpanın yanında daha çok tütün ve çilek üretimi yapılmaktaydı.
Bölge kurşun, çinko, krom, manganez ve altın gibi madenler bakımından zengindi. Ülkeyi neredeyse baştanbaşa gezen amcamın anlattıklarına göre, Tuna ve Meriç nehirleri Bulgaristan’ın en önemli iki akarsuyuydu. Meriç nehri havzası Bulgaristan’ın neredeyse üçte birini kaplamaktaydı.
Balkanlar dağlık ve ormanlık yer anlamına gelir. Balkanları, Karadeniz ile Adriyatik Denizi arasındaki dağlık ve engebeli sahalar oluşturur. Balkanlar’ın dağlık ülkelerinden de biri olan Bulgaristan’ın en önemli dağları Balkan, Rila ve Rodop dağlarıdır. Köyümüzün güneyinde Sakar Balkan vardı.
Ahmet Mustafa Durgut Ailesi…
1944 yılında annem mısır çapalarken doğurmuş beni. Babam askerdeymiş. Havaların kanal açmaya uygun olduğu yaz aylarında olmak üzere üç yıl askerlik yapmış. Bulgar yönetimi Türklere silahlı eğitim yaptırmak yerine, yaz aylarında kanal açma işçisi olarak çalıştırmanın daha iyi olacağını düşünmüş.
1945 yılında kardeşim Mustafa, 1949 yılında da diğer kardeşim Şaban doğmuştu. Böylece, 1949 yılı sonlarında 5 kişilik bir aile olmuştuk. Babam Ahmet, soyadı olarak babası Mustafa Durgut’u kullanınca, Ahmet Mustafa Durgut olarak nüfus kütüğüne geçmişti. Soyadı kanunu olmadığından, erkekler soyadı olarak babalarının isimlerini kullanıyorlardı.
Baba tarafından, babaanne ile dedemi hiç tanımadım. İkisi de bizler doğmadan vefat etmişlerdi. Babamın babası Mustafa Durgut dedem köyde varlıklı biriymiş, soyağacı ”Durgut” sülalesi olarak bilinirmiş. Rahmetli annemin deyimiyle dedem ”Deli Durgut” olarak anılırmış köylüler tarafından.
Durgut dedemizden kalma evimiz, köydeki diğerleri gibi kerpiç duvarlıydı. Çamurla sıvanmış ve değişik renklerdeki toprakla boyanmıştı. Odaların zeminindeki tahta üzerine hasır, üstünde de kilim serilmişti. Kenarlarında, duvar diplerinde, 5 yastık ve 3 minderden oluşan berde takımları kullanılmıştı. Genellikle odaların kapı arkalarında perde ile kapatılmış üçgen raflar bulunurdu. Duvarlardan biri boydan boya ahşaptan yüklük dolabı olarak düzenlenmişti. Kalktıktan sonra yataklar buraya konulurdu.
Duvarlarından birinde uzun bardak rafı, peçe ve soba borusu bacası olurdu. Bir başka duvarda ise çiçeklik olup, gösterişli nitelikli eşyanın konulacağı özel raflar ve çiçeklik olarak da kullanılan, evin salonuna bakan küçük bir penceresi vardı.
Evimizin önünde oldukça büyük bir bahçemizde elma, armut, erik ve kiraz ağaçları vardı. Harman hasadı yapılan bir alanın da olduğunu anımsıyorum. Bahçe sınırımızın bitiminde de Mustafa Amcamın evi yer alıyordu. Babamın sonraki yıllarda anlattıklarına göre amcam biraz sorumsuz biriydi. Her fırsatta evden ayrılıp aylarca amaçsızca gezdiği ve haytalık yaptığı olurmuş. O gezerken, dedemin hem sağlığında hem de vefatından sonra Durgutların bütün yükü babamla annemin üzerinde kalmıştı. Bu nedenle, babamla amcamın arası pek iyi değildi. Bir de evimizden biraz uzakça bir yerde Hatice halam vardı.
Karagözler Köyü, bizim dere olarak tanımladığımız bir kanalla ayrılan iki mahalleden oluşmuştu. Biz Yukarı Mahallede bulunuyorduk. Derenin bizden ayırdığı ”Aşağı Mahalle” olarak bilinen yerleşim biriminde kalabalık bir aile oluşturan anneannem Fatma, dedem Halil, dayılarım Hüseyin, Kerim, Yusuf ve Mustafa ile teyzem Cemile bulunmaktaydı.
Babamın askere alındığı yaz aylarında kardeşlerim ve benimle Yusuf dayımla rahmetli Kerim dayım ilgilendiğini anımsıyorum. Kerim dayım çok şakacı biriydi. Beni ve kardeşlerimi eğlendirir, oyalardı. Böylelikle annemin yükü azalırdı. Annem de tarlada çalışma fırsatı bulurdu. Babam askerdeyken ben üç, kardeşim Mustafa bir buçuk yaşındaymış. Kardeşimle beni bir heybenin gözlerine koyar öyle tarlaya gidermiş annem.
Evden çıktığımızda görülen ormanlarla kaplı heybetli dağın Sakar Balkan olduğunu söylemişti Kerim dayım. Sakar Balkanın içinde görülmeye değer mağaralar olduğunu söylemişti. Çıplak tepe denen yerine çıkıldığında bütün Gerlovo Alçağı denen ovayı rahatlıkla görmek mümkünmüş. Dağ florası ve florasındaki çeşitlilik nedeniyle bilim adamları ve çevreciler tarafından ilgi odağı olduğunu öğrenmiştim sonraki yıllarda.Köyün güneyindeki Sakar Balkanı bizim özel dağımız olarak bilmiştim hep.
Köyümüzün Sosyo-ekonomik durumu…
Türklerin tarlaları kooperatifleştirme gerekçesiyle ellerinden alınmış, okullarını ve vakıfları devletleştirip eğitim haklarını engellenmişti. Bulgar yönetimi tarafından bir toprak reformu olarak nitelenen uygulamayla Türkler, kendi topraklarında ücretli isçiye dönüşmüştü. Yoğun olarak yürütülen din karşıtı propaganda, İslam uygulamalarının fiili olarak yasaklanmasıyla beraber gerçekleşmişti.
Köyümüzde Türkçe eğitim yapan okullar kapatılmış olduğundan, okuma yazma bilen yok denecek kadar azdı. Amcam dışında Bulgarca bilen de yoktu. Babamın ”Hayta” dediği Mustafa Amcam da, bütün yükü babamın üzerine bırakıp, Bulgaristan’ın büyük bir bölümünü gezdiği için öğrenmişti biraz Bulgarcayı.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Asimilasyon tehlikesiyle karşı karşıya kalan Karagözler Köyü yaşayanları kayıpları en aza indirgemek için, kendilerini saklama yöntemini benimsemişlerdi. Saklanmak, asimilasyona uğramış gibi görünmek…
Bağlı bulundukları il Şumnu ve İlçe Preslav ile de bağlantılarını kesmişlerdi neredeyse. Kapalı bir ekonomi sistemi oluşturmuşlardı. Sadece gaz ve tuz gibi üretemedikleri maddeleri almak için gider olmuşlardı şehirlere.
Kapalı bir ekonomi sistemi uygulayan Karagözler sakinleri koyunların yünlerinden giyeceklerini, derilerinden çarıklarını, sütlerinden peynir ve yoğurtlarını yapmışlardı. Şeker kamışı ve şeker pancarından şeker ve şeker ürünlerini, tarlalarından buğday, arpa ve mısır gibi ürünleri sağlamışlardı.
Yalnızlık duygularını yok etmek için maneviyata önem vermişler ve aralarındaki bağları kuvvetlendirmişlerdi. Kadınları kara çarşafa bürünmüştü görünmemek için. Aralarındaki anlaşmazlıkları yok saymışlardı.
Göç kararı…
Türklerde Anavatana ilk göç başvuruları 1947 yılında ortaya çıkmaya başlamıştı. Başlangıçta Ekonominin sıkıntıya girmesinden çekinen Bulgaristan, Türklerin göç etme talebine ilkin olumlu bakmamıştı. Bu nedenle, 1947-49 yılları arasında meydana gelen göç talebinin ancak çok az bir kısmının gerçekleşmesine izin vermişti. Ancak, Moskova’nın bastırmasıyla Sofya yönetimi Ağustos 1950’de Türkiye’ye 250 bin kişiyi göçmen olarak kabul etmesi için nota vermişti.
Türkiye aralarında çingeneler ve Türk olmayanlar bahanesiyle notayı kabul etmemişti. Bulgaristan’ın bastırması üzerine de, 1950 yıllarının sonuna doğru, Türk kökenli Serbest Göçmen statüsünde olanları kabul etmeye başlayacağını bildirmişti. Bulgar yönetimi de gönüllü olanlara pasaport vermeye başlamıştı. 1951 yılı Nisan aylarında da Türkiye Konsolosluklarından vize alanların göçü başlayacaktı.
Babam ve babam gibiler için Dinleri ve inançları her şeyin üstündeydi. Dinlerini kurtarabilmek için, bedelsiz olarak mal varlıklarını bırakıp, beş parasız Serbest Göçmen olarak Türkiye’ye göç kararı almaktan çekinmemişlerdi. Zor bir karardı ama verilmişti bir kere. Gönüllü olarak gideceklerdi Anavatanlarına…
Göç kararı alındığında henüz 7 yaşındaydım…Gönüllü göç kararımız Bulgar makamlarınca ”Asimilasyona uğramadık” beyanı olarak değerlendirilmiş ve pasaport almamız kolaylaşmıştı. Babam 1 Mart 1951’de beş kişilik ailemiz için pasaport almıştı. Alınan pasaport ve Türkiye Konsolsosluğu!nun verdiği vize ile 1951 yılının Mart ayında başlamış oluyordu göç serüvenimiz. Hava karlı ve oldukça soğuk olmasına rağmen köyde göç hazırlıkları başlamıştı. ‘’Mart kapıdan baktırır, çapa kürek sapı yaktırır.’’ Deyiminin geçerli olduğu günlerde yapılıyordu hazırlıklar…
Göç başlıyor…
1951 Nisan ayının üçüncü haftasında, soğuk mu soğuk bir günde, üstü açık kamyonlarla Karagözler Köyünden gözlerimiz yaşlı olarak ayrıldık. Yanımıza yatak, yorgan ve kap kacak dışında hiçbir şey alamadık. Gönüllü göçmen olduğumuz için, evlerimizi ve tarlalarımızı satamadık. Satmak istesek de alıcı yoktu.
Karagözler ’de kalanlarla göç edenler gözyaşları içinde sarılmışlardı birbirlerine. Aileler parçalanıyordu. Öyleydi çünkü aynı ataerkil aileden bazıları kalıyor, bazıları gidiyordu. Son derece hüzünlü ve duygusal bir vedalaşma gerçekleşiyordu. Aman bizi unutmayın, yerleşince bize ulaşmanın bir yolunu bulun. Diyenler. Belki bir daha görüşemeyiz, hakkınızı helal edin. Diye helallik isteyenler kopamıyorlardı birbirinden.
Göç, büyüklerle birlikte göç etmekte olan ailelerin çocuklarını da etkilemişti. Mahalle arkadaşlarımızdan ayrılıyorduk. Üzülmeli miydik, sevinmeli miydik? Büyüklerimiz sevinmemiz gerektiğini söylemişlerdi. Her bakımdan özgür olacak ve daha güzel günler görecektik, öyle denmişti. Ancak göçlerin olumsuz etkilerini bilmiyorduk. Başımıza geleceklerden habersizdik…
Sarıldıklarımızdan bir türlü ayrılamadığımız gören Halil dedem ‘’Ayrılın artık birbirinizden, yolcu yolunda gerek. Üstelik ayaz var.’’ Dedikten sonra Şumnu tren istasyonuna götürülmek üzere üstü açık bir kamyona doluştuk yatak, yorgan ve kap kacaklarımızla.
24 Nisan 1951, Şumnu Bulgaristan…
Karagözler’den ayrıldığımızda dondurucu bir ayaz vardı. Her ne kadar oldukça korunaklı giyinmemize rağmen, köyümüzle Şumnu arasındaki 55 km’lik yol boyunca yüzümüze vuran rüzgar ve her tarafımıza işleyen ayazla donmuştuk. Yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra Şumnu tren garına ulaşmıştık. Gar ana baba günüydü. Karagözler dışında, diğer köylerden gelenlerle birlikte 700-750 kişlik bir göçmen grubu vardı. Üstelik, Edirne’ye bizi götürecek olan trenler de ortalıkta yoktu.
Ayazın iliklerimize işlediği yolculuk boyunca, Şumnu’da trenlere bindiğimizde ısınırız diye avutmuştuk kendimizi. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Garda yeterli tren olmadığı gerekçesiyle yaklaşık 8 saat bekledik. Bekleme süresince annemle en küçük kardeşim şaban’ın sürekli öksürükleri ailenin dikkatini çekmişti. Özellikle annemin durumu kötüye gidiyor gibi geldi bana. Gar bekleme salonunda koyunlar gibi birbirimize iyice sokularak ısınmaya çalıştık.
Gecenin ilerleyen saatlerinde gelen kara trenlerin vagonlarına yerleşmemiz istendi. Vagonlara yerleşmemiz için ayrılan zaman da çok sınırlı oldu. Yaşlılar ve küçük çocukların vagonlara yerleştirilmeleri nedeniyle eşyalara ayıracak pek fazla zaman kalmamıştı. Onlarca ailenin eşyaları düzensiz ve rasgele yerleştirilmişti. Bu düzenleme sırasında kıymetli bazı eşyaların kaybolduğunu, bazılarının da istasyondaki görevlilerce alındığını büyüklerin konuşmalarından anlamıştım.
Nihayet gece yarısına doğru vagonlara balık istifi yerleşmiştik. Aileden, dayılardan, teyzelerden ve diğer büyüklerden eksik yoktu. Yolculuk başladı. İçim içime sığmıyordu, bir an önce Türkiye’de olmak istiyordum. Kurtuluşumuz olacağını söylemişti babam…
26 Nisan 1951, Edirne…
Şumnu Edirne arasındaki yaklaşık 300 kilometrelik yolu 36 saatte tamamlayarak Edirne Karaağaç Garından giriş yaptık Türkiye’ye. Hem bizler hem de bizleri karşılayanlar sevinç çığlıkları attık. Bayram çocuklarına dönmüştü aile büyüklerimiz. Bizler de onlara eşlik ettik.
Başta babam ve dedem olmak üzere, trenden inip toprağa ayak basanlar, hemen yerlere kapanıp, toprağı öptüler. “Şükürler olsun vatanımız geldik, Dinimiz kurtuldu, esaret sona erdi…” diye diye yüzlerini toprağa sürdüler uzun süre.
Öncelikle yaşlılar, kadınlar ve çok küçük çocuklar kamyonlarla acilen Edirne Göçmen Misafirhanesine gönderildiler. Annemle en küçük kardeşimiz Şaban da gönderilenler arasındaydı. Eşyalarımız vagonlardan indirildi. Yatak, yorgan ve kap kacaktan oluşan eşyalar birbirine karışmıştı. Aile babaları kendi eşyalarını bulup, ayırdılar. Gardaki depolara istiflendiler.
Her ailenin eşyası belirlenip, istiflendikten sonra bizleri de misafirhaneye götürdüler. Konaklayacağımız yerler belirlenip, yemek de yedirildikten kısa bir süre sonra, başta hastalık belirtisi olanlar olmak üzere, herkes sağlık muayenesinden geçirilmeye başlandı. Gelenler ayrıntılı bir muayeneden geçirilerek tüberküloz, soğuk algınlığı, ishal ve kızamık gibi bulaşıcı sağlık sorunlarının olup, olmadığı araştırılıyordu. Hastalanmış olanlar ki annem de onlardan biriydi, revire kaldırıldı.
27 Nisan 1951, Edirne…
Balkanlardan gelen göçmenler/muhacirler ilk olarak Edirne Göçmen Misafirhanesinde konaklamakta, kimlikleri yeniden düzenlenmekteydi. Bulgaristan’da soyadı yerine babanın ismi kullanılmaktaydı. Oysa Türkiye’de Soyadı Kanunu gereği yeni bir düzenleme yapılmalıydı. Bulgaristan’dan kurtulmanın şerefine Halil dedem ailesine ‘’Kurtuldu’’ soyadını aldı.
Bize gelince; Edirne’ye girdiğimizde ”Ahmet Mustafa Durgut” ailesiydik. Dedem Mustafa Durgut aşlemizin soyadıydı. Babam Bulgar mezaliminden kurtulmak için yaptığımız göçü bir akın olarak değerlendirmiş ve ailemize ‘’Akıncı’’ soyadını almıştı. Bundan böyle Ahmet Akıncı ailesi olarak Türkiye’de yer alacaktık.
27 Nisan 1951 Cuma günü Tarım Bakanlığı Edirne Toprak ve İskan Müdürlüğü tarafından, 27.4.1952 tarihine kadar geçerli olmak ve doğum kâğıdı yerine geçmek üzere, muhacir kâğıdı verildi. Yine aynı kurum ve aynı tarihli Tabiiyet Beyannamesi’nde, iskan şeklimizin serbest olduğu, adres olarak Maraş İli gösterildiği, bakım ve barınmanın İl’e ait olduğu görülüyordu.
28 Nisan 1951 Cumartesi, Edirne…
İki gece konakladığımız Edirne Göçmen evi 360 kişilik kapasitesine karşın yaklaşık 800 kişiyi oldukça kötü koşullar altında barındırdı. Başka seçeneği de yoktu. Yoktu çünkü sürekli muhacir geliyordu Bulgaristan’dan. Yolculuk boyunca öksürmekte olan annemde, o günlerin deyimiyle, ‘’ince hastalık’’ başlangıcı bulmuşlardı misafirhane revirindeki doktorlar.
Sağlıksız ve dondurucu soğuklarda balık istifi yolculuk sırasında mikrop taşıyan bir başkasından kapmış annem hastalığı. İnce hastalık olarak da bilinen ‘’verem’ ’in, enfeksiyon kaynağı başka bir hastanın öksürmesi sonrasında havada asılı kalan verem mikrobuymuş. Sağlıklı birinin soluması hastalanması için yeterliymiş. Öyle söylemişler revirdeki doktorlar babama.
Hastanede ilk iki ayda ağızdan alınan 4 tür ilaç ve hastane sonrasındaki 4 ayda da iki tür ilaç ile toplam altı ay süren tedavi uygulanması gerekiyormuş. Tedavi aksatılmadan düzenli ilaç kullanıldığında, hasta bulaşıcı olmaktan çıktığı gibi hastalık tamamen iyileşirmiş. Bu nedenle annemin iki ay süreyle hastanede kalması gerekiyormuş.
Edirne’den ayrılmasına izin verilmeyen annemin yanında kalmak zorunda olduğunu söyledi babam. Bu durumda babam da Edirne’den ayrılamayacak, annemin yanında yanında refakatçi olarak kalacaktı. Biz üç kardeş Hali dedemlerle Maraş’a gidecektik. Sahi Maraş neredey di acaba? İki buçuk yaşındaki kardeşimiz Şaban annesiz nasıl yapar dı?
29 Nisan 1951 Pazar, Edirne…
Birden acı bir çığlık kopmuştu. ‘’Annemi isteriiiim… Onsuz bir yere gitmeeem… Annemi isteriiiim.’’ Diye. Çığlık çığlığa ortalığı birbirine katan iki buçuk yaşındaki en küçük kardeşimiz Şaban’dı… Maraş yolculuğu başlamadan önce annemi ziyarete gitmiştik revire. Revirde kardeşimiz Şaban gibi çığlık çığlığa ağlayan başka çocuklar da vardı.
Kardeşimizin tepkisi annesiz yollara çıkacak olmasınaydı… Çığlık çığlığa tepinmekte ve ağlamakta olan en küçük kardeşimizi Cemile Teyzemle anneannem güçlükle yatıştırdılar. Çocuklarla arası çok iyi olan Kerim dayım da ilgisini dağıtmakta oldukça yardımcı oldu. Annem de ağlamayaa başlamış, yaşaran gözlerini göstermemek için babam arkasını dönmüştü.
Geçtiğimiz bir hafta içinde hayatımız nasıl da değişmişti. Yaklaşık bir hafta önce Karagözler’deki hüzünlü vedalaşmalardan sonra şimdi de annem ve babamla vedalaşarak, Halil dedemlerle hiç bilmediğimiz bir yere gitmek üzere ayrılıyorduk Edirne’den.
2 Mayıs 1951 Çarşamba, Maraş…
Üç günlük bir yolculuktan sonra Maraş’tayız. Maraş Toprak İskan Müdürlüğü görevlilerince karşılandık ve geçici barınma yerlerine yerleştirildik. Barınma ve bakımı üstlenmişlerdi. Geçici barınma yeri olarak kurulan çadırlarda kalacaktık bir süre.
Geçtiğimiz Pazar günü Edirne Karaağaç garında başladı Maraş yolculuğumuz. Halil dedemlerle birlikte Karagözler’den yaklaşık 10 aile İstanbul Haydarpaşa Garına gidecek olan trenin vagonlarına eşyalarımızla birlikte bindik. Amcamla ailesi Antalya, halamın da ailesiyle birlikte Tokat yöresine gönderildiğini söyledi Kerim dayım.
Yaklaşık 250 km’lik Karağaç-Sirkeci yolculuğu yaklaşık 8 saat sürdü. Uzun ve zahmetli bir uğraştan sonra trenimiz Sirkeci’den bindirildiğimiz bir salla Marmara Denizini geçerek Haydarpaşa’ya Garı’na ulaştık. Hava oldukça soğuk olmasına rağmen, hayatımızda ilk kez deniz görmenin heyecanıyla, üşüdüğümüzün farkına bile varmadan Marmara Deniz ile birlikte Tarihi Yarımada’yı görme fırsatı yakaladık.
Yaklaştıkça Haydarpaşa Garı devleşmişti. Hayranlıkla izlemiştim bu anıtsal yapıyı. Üzerinde bulunduğu saldan Haydarpaşa garına aktarımı oldukça uzun ve zahmetli oldu içinde bulunduğumuz trenin. Böylelikle yaklaşık 1 000 km’lik Maraş yolculuğu başladı.
Büyüklerimizin trendeki görevlilerden biriyle yaptıkları konuşmalarından anladığım kadarıyla 1948 yılında faaliyete geçmişti Maraş Tren Garı.