BULGARİSTAN GÖÇ ANILARIM İKİNCİ BÖLÜM

ÇUKUROVA’DA MEVSİMLİK İŞÇİ OLMAK

1 Mart 1951’de babamın 5 kişilik ailemiz için aldığı Bulgar Pasaportu ile Göç hikâyemiz başlamıştı. Türkiye’nin Sofya Konsolosluğu’ndan gönüllü muhacir olarak, Serbest Göçmen vizesi almıştı.

Ne demekti gönüllü olarak serbest göçmen vizesi almak? İki önemli ayrıntı vardı sorunun yanıtında. Birincisi zorla gönderilmediğimiz anlamındaydı. Sonraki yıllarda geri dönüş için hak iddiasında bulunamayacaktık. Üstelik mallarımızı bedelsiz olarak bırakacaktık. Serbest göçmen olarak vize aldığımız için de Türkiye’den yardım almayacaktık.

Hangi kabul edilemez uygulamalar ve zorluklar vardı ki Bulgaristan’daki bütün mal varlığımızı bedelsiz olarak bırakıyor, cebimizde beş kuruş olmadan Serbest Göçmen olarak Türkiye’ye gidiyorduk?

Neden göçmek zorunda kaldık sorusuna babamın yanıtı; Bulgar Asimilasyonuyla yok edilmek istenen kimliklerimizin yanı sıra inançlarımızı ve Dinimizi de kurtarmaktı.

*********

Soğuk mu soğuk bir Nisan ayında Karagözler ’den ayrılmış, Şumnu’dan kara tren vagonlarıyla Edirne’ye giriş yapmış sonra da Maraş Elbistan köylerine birer aile dağıtımı yapılarak birbirimizden de koparılmıştık.

Mezra tipindeki Elbistan köylerine hiçbir şekilde uyum sağlayamamış, geçimimizi sağlayacak iş yaratılamamıştı. Üç yaşındaki kardeşimiz Şaban’ın da bu topraklarda vefat etmesi üzerine Çukurova’ya Mevsimlik İşçi olarak gitme kararı alınmıştı.

                                                                            **********

1950-1951’li yıllar Türkiye’nin kırsal alanları için en önemli dönüm yıllarıydı. Tarımda makineleşme ile birlikte, daha fazla arazinin tarıma açılması, pamuk ve diğer tarım ürünlerinin hasadı için daha fazla işçiye ihtiyaç duyulmuştu. Bunun için mevsimlik işçi bulunmalıydı. Bu iş için becerikli ve işini bilen kişiler, yani ”elçiler” kadrosu oluştu. Mevsimlik işçi bulmak, tarım arazisine getirmek ve çalışmalarını organize etmek için oluşan bu elçiler kadrosuna ‘’çavuş’’, ‘’dayıbaşı’’ gibi adlar da verilmekteydi. Çalışacak mevsimlik işçileri bunlar seçerdi.

Çukurova Bölgesinde mevsimlik tarım işçiliği 1950’den beri süre gelmekteydi. Hasat dönemlerinde başta Maraş ve Urfa olmak üzere çeşitli Güney-Doğu illerinden bölgeye mevsimlik tarım işçileri temin edilmekteydi. Bir türlü iskân edilememiş Bulgaristan muhacirleri de katılmak zorunda kalmıştı bu kervana.

Şimdilerde de Suriyeli sığınmacıların Çukurova ve Ege Bölgesinde mevsimlik tarım işçisi olarak çalıştıklarına tanık oluyoruz. Türkiye’nin ne kadar geliştiğinin bir göstergesi olan tarımda mevsimlik işçi olayını ayrıntılı yazma gereğini duydum. Yazma gereğini duydum çünkü ‘’Çukurova’da mevsimlik işçi olmak’’ olgusu unutulmazlarım arasında olup, ülkemizin kanayan bir yarasıydı.

Mevsimlik tarım işçilerinin çalışma ilişkileri işçi, elçi ve işverenlerden oluşmaktaydı. Bu üçlü arasındaki çalışma ilişkisi tamamen devlet denetiminden uzak, vergilendirilmemiş, sosyal güvenlik kavramının da geçersiz olduğu üretim alanıydı. İşverenler, işçilere karşı hiçbir sorumluluğu üstlenmek zorunda değildi. Barınmaları için yer göstermek, işçiler için yaptıkları tek şeydi. Bunu yapmaktaki amaçları da işçilerin çalışacağı tarla ve bahçelere hızlı bir şekilde ulaşmasını sağlamaktı.

Elçilerin işçiler için yerine getirdiği görevler, onların yaşamlarını kolaylaştırıyor gibi görünse de bunların hepsi işçilerin elçilere olan bağımlılığını güçlendirmekteydi. Bir elçiye bağlı olmadan iş bulunamaz, çalıştığı yerde hiçbir sorununu tek başına çözemez hale gelmişlerdi. Bu bağımlılığı yaratmak ve derecesi elçinin yaptığı işin vasıfları arasındaydı. Elçi, işçiden ve işverenden aldığı komisyonlar dışında sayısız gelir elde etme yöntemini kendisi için yaratmıştı.

Elçilik sisteminde elçi, işçilerin evine giderek onlara gidecekleri yeri ve alacakları ücreti anlatıp işi bağlıyordu. İşçileri anlaşma yaptığı bahçe ya da tarlaya götürüyordu. Elçi gidiş ücretini tarla sahibinden, dönüş ücretini işçiden isterdi. Bunun dışında her işçinin yevmiyesi üzerinden yüzde 10 komisyon alırdı.

                                                                           **********

11 Ağustos 1951 akşamüzeri, Ceyhan…

Mevsimlik işçi toplayan Elçinin sağladığı büyük kasalı bir kamyonla Elbistan Köylerindeki Karagözler muhacirleri toplanmıştı. Aşılmaz denilen Nurhak dağları aşılmış, Maraş İli de geçilmişti. Bundan sonrası esenlikti…

Adana-Şanlıurfa otoyolu üzerinden, yaklaşık 320 km yol almamız gerekiyordu. Bereket günlerin alabildiğine uzun olduğu yaz mevsimindeydik. Tuvalet molası dışında herhangi bir yerde durmayan kamyonumuz, 10 saatlik bir yolculuktan sonra, saat 17,00 sıralarında Ceyhan dışında bir  nehir kenarında mola vermişti. Bizi getiren elçi burada birkaç saat kalacağımızı söyleyip, pamuğu toplanacak tarla sahibini bulmaya gitmişti. 

Babam ve diğer ailelerin büyükleri hemen çevreden uygun taşlar bularak, üzerine tandır konulabilecek ocaklar yapmışlardı. Dayılarımın da yardımıyla çevreden toplanan çalı çırpılarla ocak yakılmış, tandır üzerine konulmuştu. Bu arada annem, anneannem ve teyzem de yanımızda getirdiğimiz un çuvalından yeterli unu aldıktan sonra tandıra koyacağı bazlama hamurlarını hazırlamışlardı. 

Hazırlanan bazlamalar daire şeklinde ve yaklaşık 1 cm kalınlığında olurdu. Annem göz kararı bu ölçüyü tuttururdu. Dumanlar arasında pişen ve önce çocuklara verilen bazlamaların tadını hala hatırlarım. Sıcak bazlamanın üzerine sürülen turyağın üzerine de biraz tuz ekilmişti. Hayatımda yediğim en güzel yemekmiş gibi gelmişti bana… Bazlama ile de olsa karınlarımız doymuştu ya, daha ne olsundu…

Karnımızı doyurup, zorunlu ihtiyaçlarımızı giderdikten bir süre sonra elçi ile birlikte işveren de gelmişti. Tekrar kamyona binerek mevsimlik işçi olacağımız pamuk tarlasının yolunu tutmuştuk…

                                                                **********

Tarla sahibi bize bir dere kenarında konaklayacak yer göstermişti. 1950’li yıllarda pamuk üretimi suya da ihtiyaç duyduğundan, tarlalar akarsuyun bol olduğu dere kenarlarında olurdu. Pamuk üretiminden önce çeltik olarak adlandırılan pirinç üretimi de yapılmış olduğundan çevremizde bataklıklar da vardı. Bataklıklar sazlıkların ve sivrisineklerin bolca bulunduğu vahalardı. Bu vahalardan, çadır kurulmasını sağlayacak boyut ve kalınlıkta yeterince saz kesildikten sonra geçici barınak yapılmasına geçilmişti.

Yaşam çadırlarımızda, duvar elemanı olarak kamış ve sazlar kullanılmış, üzeri çadır beziyle kapatılmıştı. Bulaşık yıkama ve yemek pişirme ihtiyaçları için de çadırlarımızın önüne, çalı çırpı ile yakacağımız ocak yerleri yapılmıştı. Tuvalet ihtiyacı için diğer aileler ile ortak kullanılan, dere kenarında muşamba ile çevrilmiş seyyar diyebileceğimiz kenefler yapılmıştı. Biz tuvaletlere kenef diyorduk.

Bir süre yerleşim konusunda yardımcı olan Elçi, sabaha yetiştirilmek üzere, bizlere yiyecek içecek ve kahvaltılık almak üzere Ceyhan’a gitmişti. Adana’nın büyükçe bir ilçesi olan Ceyhan’ın konakladığımız pamuk tarlalarından 7-8 km uzaklıkta olduğunu söylemişti gitmeden önce. Konum olarak Çukurova’nın tam ortasında yer alıyordu. Yörenin pamuk ambarıydı. Adana’nın yaklaşık 50 km doğusunda ve Ceyhan Nehri’nin kıyısında kurulmuştu.

Oldukça zorlu ve yorucu bir yolculuktan sonra yerleşmeye çalıştığımız dere kenarında, çocuklar ve yaşlılarımız kendimizden geçmiş, adeta sızmıştık. Anne ve babalarımızın oldukça geç yatmış olmalıydılar… 

                                                                           **********

                                                         12 Ağustos 1951 Pazar, Ceyhan…

Çukurova güneşinin kavurucu sıcaklığı ve gözlerimizi delici etkisiyle uyanmıştım. Gece sivrisineklerin vızıltısından ve ısırıklarının sonrasındaki kaşıntılardan pek rahat uyuyamamıştım. Bir taraftan diğer tarafıma dönmüştüm.  Biraz daha uyumak istiyordum. Uyumak istiyordum ama burnuma tandırda pişmiş bazlama kokusu gelmişti. Bazlama kokusu yataktan kalkmama yetmiş ve artmıştı bile. Büyüklerimiz çoktan kalkmıştı   zaten. Annem sabah kahvaltısı için tandırda bazlama pişirmişti. Mis gibi bazlama kokusu vardı…

Sabahın erken saatlerinde Elbistan köylerinden bizi Çukurova’ya getiren elçi, parasını sonraki ücretlerimizden kesilmek üzere peynir, zeytin ve çay getirmişti bütün ailelere. Annem pişirdiği bazlamaların yanına zeytin ve peynir de koymuştu.  O yıllarda zeytin ve peynir en ucuz gıda maddeleriydi. ’’zeytin-peynir ekmekle idare ederiz.’’ Cümlesi yoksulluğun dile getirilişiydi.

Kahvaltı sırasında kardeşimle benim gibi, diğer ailelerin çocukları da sivrisineklerden yakınmış, hatta benden daha küçükler ağlamışlardı bile. Büyüklerimiz bir çaresine bakarız diyerek, alel acele kahvaltılarını bitirip pamuk toplamaya gitmişlerdi. Arkalarından bizler de girmiştik beyaz altın olarak bilinen pamuk denizine. Başlangıçta büyüklerimiz gibi başlarımızı kaldırmadan topladığımız pamukları çuvalların içine koyma yarışına girmiştik. Oyun haline getirmiştik pamuk toplamayı. Birbirimiz ile yarışıyorduk.

Ne var ki nefeslenmek istediğimiz anlarda güneşten korunmamızı sağlayacak gölgelik, gölge  yapacak ağaç yoktu. Dümdüz bir araziye sahip Çukur Ovasındaki pamuk tarlalarında güneş yükseldikçe kavurucu sıcaklar tepemize vuruyordu. Sanki kafatasımızı delip, beynimizin içine işliyordu. Hiçbir şey yapmadan güneşin altında durmak bile  terlemenize, halsizleşmemize  ve ayakta duramaz hale gelmenize neden oluyordu.

Bütün bu olumsuz koşullara rağmen, çocuklar da dâhil olmak üzere, herkes gücü oranında pamuk toplama işine katılmıştı, katılacaktı. Öyleydi çünkü topladığımız pamuğun ağırlığına göre ücret alacaktık. Yevmiye olarak adlandırılan günlük ücret yoktu. Günlük ücret tarla sahibinin işine gelmiyordu. Kaytaranlar olabileceği gibi hasta olanlar ve çok sık tuvalete gidenler de olabilirdi.

Sıcakların iyice bastırdığı öğle saatlerinde ara vermiştik pamuk toplamaya. Derme çatma da olsa, dün akşam kurulan  çadırlarımızın gölgelerine sığınmıştık. Bir süre çadırların gölgesinde dinlenmiştik. Çocuklar biraz olsun güneşten kurtulmanın keyfini çıkarırken Analarımız öğle yemeği için bir şeyler hazırlamaya başlamıştı.  Allah ne verdiyse onlar konacaktı öğle sofrasına. Kardeşimle bana da  dereden su getirme görevi düşmüştü. 

Yemekten sonra, ikindiye kadar dinlenme molası verilmişti büyüklerimiz tarafından.  Güneşin etkisinin nispeten azaldığı ikindiden sonra tekrar dalmıştık  pamuk denizine. İlk günün hevesiyle var gücümüzle çalışmıştık. Havanın kararmaya başladığı saat 21’e kadar toplanan pamuklar göz doldurmuştu. Akşam yemeğinden sonra yataklarımıza uzandığımızda yorulduğumuzun farkına  varmış ve derin bir uykuya dalmıştık.

                                                                            **********

                                                            1951 Ağustos ayı sonları, Ceyhan…

Sabahın erken saatleri olmalı… Uyanmıştım ama gözlerimi açamıyordum bir türlü. Çapaklanmıştı, acıyordu ve göremiyordum. Kardeşim Mustafa ile diğer çadırlardaki çocuklar da benim gibiydiler. Sızlanıp duruyorlardı. Annelerimiz ve ablalarımız ılık suya batırdıkları pamuklarla gözlerimizi silip temizleyerek açılmasını sağlamaya çalışıyorlardı. Gözyaşı kanallarının tıkanıklığı nedeniyle ortaya çıkan gözdeki çapaklanma, sarımtırak ve yapışkan olan rahatsız edici bir iltihaplanmaydı. Gözlerimizin açılmasını beklerken bir taraftan da kaşınıp duruyorduk. Gece boyunca yine sivrisineklerden kurtulamamış ve bütün gece kanımızı emmişlerdi.

Pamuk tarlalarına komşu dere kenarlarında konaklayan mevsimlik diğer işçilerde olduğu gibi bizim de derme çatma olan çadırlarımız korunaklı değildi. Kuma ya da toprağa kurulduğu için böcek, yılan, yağmur, soğuk, toz gibi zeminden gelen birçok risk altındaydı.

1950-51 yıllarında Çukurova’daki başlıca tarım, çeltik ve pamuktu. Ceyhan’ın yaklaşık 30 km batısında Kadirli’ye bağlı Akçasaz’ın yanı başında su baskınları sonrasında büyük bataklıklar oluşmuştu. Sivrisinek ve Sıtma kaynağı bataklıklar… AKÇASAZ BATAKLIKLARI…

Su kanallarının ve Akçasaz bataklıklarının yarattığı riskler ölümcül sonuçlara yol açıyordu. Açıyordu çünkü bataklıklardan kaynaklanan sivrisinekler ordusu alınan bütün önlemlere rağmen çocukların ve yaşlıların kanlarını emiyor ve sıtma hastalığını yaymaya devam ediyordu. Yeterince güçlü olmayan çocuklar ve yaşlıların ölümlerine neden oluyorlardı.

Hasadında bire kırk, bire elli veren Çukurova toprağı ”Toprak Ağalığını” ortaya çıkarmıştı. Toprak Ağaları, köylünün elinden toprağını alabilmek için her yolu denemişlerdi. Bazıları kanun yoluyla, bazıları rüşvetle, bazıları da ağaların dağda besledikleri eşkiyalar aracılıyla, zora başvurularak  alınmıştı köylünün toprakları. Ağaların toprakları gittikçe büyürken, köylünün toprakları gittikçe küçülmüş ve yok olmuştu. Kendi topraklarında maraba, işçi ve yarıcı olmak zorunda kalan köylüler zamanla ağanın kölesi durumuna düşmüşlerdi.

Çukurova Toprak Ağaları ile  topraksız köylülerin ağalara direnişi romanlara da konu olmuştu. Yaşar Kemal’in başyapıtı olan ”İnce Memed” adlı romanda, Çukurova köylüsünün ağalığa karşı savaşının yanı sıra, Akçasaz bataklıklarını da ayrıntılı olarak anlatmaktaydı. 

Toprak ağaları, ekimi kolay olduğu  ve çok para getirdiği için her yıl daha geniş bir alana çeltik ekiyorlardı. Toprağı sürmek yoktu, işlemek yoktu… Toprağın yüzüne çeltikleri ekip basıyorlardı suyu Akçasaz Ağaları. Oluşan bataklıklar bir yandan sivrisineği çoğaltıp halkın sıtmadan kırılıp geçmesine bir yandan da ağalar arasında su kavgalarına yol açıyordu.  Ağalar arasındaki su sorunu çözümledikten sonra halkın sağlığı kimin umurundaydı… 

‘’Ölmez Otu’’ adlı romanında Yaşar Kemal ‘’ Çukurova tekin değildir. Bir uçsuz bucaksız düzlüktür, bataklıktır, büklüktür, akarsular, ulu denizlerdir. Bulut gibi gelen sivrisi­neklerdir… Çukurova bir sonsuz aklıktır. Göğe yükselmiş, ulu devler gibi ayağa kalkmış yürümüş, bin bir renkli ulu devlercesine uçan, akan toz bulutlarıdır. Çukurova sarı sıcaktır. Toz dumandır. Sıtmadır, hastalıktır. Sızlayan kemik, akan terdir.’’ Demekteydi.

Dünya sineğe sıtmaya boğuluyor, ovada sıtmadan binlerce insan ölüyor, tekmil ovada sıtmadan kimse kalmıyordu, ama para geliyordu. Para geliyordu ya, bütün ova yaz boyunca bataklık oluyordu, varsın olsun du… Bir yanda toprak zengini ağalar, diğer yanda topraksız köylülerin bitmeyen kavgaları… Geriye kalan ise ağıtlar ve gözyaşları, eşkıyalık olayları… Bizler… Karagözler Köyü muhacirleri Yaşar Kemal’in romanlarında anlattığı Çukurova’sını yaşamaktaydık.

Sadece biz mi yaşamaktaydık, yaşayacaktık? Yanıtımız ‘’hayır’’ olacaktı. Çukurova Bölgesinde mevsimlik tarım işçisi olarak çalışanların tamamı Yaşar Kemal’in romanlarındaki Çukurova’sını yaşamaktaydı. Yaşamaya da devam edecekti…

                                                                            **********

                         5 Eylül Çarşamba 1951,Ceyhan…

Çukurova’yı örten masmavi gökyüzünde gezinmekte olan  kar beyazı  bulutlar bir anda yok olmuştu. Antik Yunanistan’da Olympos  Dağındaki tanrılardan söz etmişti mevsimlik işçi olarak çalışan bir üniversite öğrencisi. Gökyüzünün, Şimşeklerin, Gök gürültüsü ve yağmurların da tanrısı olan tanrılar tanrısı Zeus, bir başka tanrıya çok sinirlenmiş olmalıydı ki, gökyüzünü karıştırmıştı. Kar beyazı bulutların yerini kapkara bulutlar almış, sanki güneş bir anda yok olmuştu. Gündüz geceye dönmüştü. Rüzgâr şiddetini arttırırken gökyüzü gürlüyor, şimşekler çakıyordu. Rüzgârın artan şiddetiyle birlikte, yağmur da hızını arttırmış, derme çatma çadırlarımız da sallanmaya başlamıştı.

Gittikçe hızını arttıran rüzgârın etkisiyle bazı çadırlarımız sürüklenmeye başlamış, bazı çadırların çatılarındaki koruyucu örtüler ve sazlar uçmuştu. Pamuk toplamakta olan mevsimlik işçilerin hepsi çadırlarını koruma ve kurtarma derdine düşmüştü. Diğer taraftan, büyük emeklerle topladığımız pamukları da yağmurdan korumamız gerekiyordu. Toplanan pamuklar çuvallara konulmuş, yağmurdan korunacak şekilde üstleri örtüldükten sonra çadırlarımızın korunması önlemlerine dönülmüştü. Babam önde, annemle Mustafa ve ben de arkasında çadırımıza koşmuştuk.

Babam oldukça becerikli biri olmanın yanı sıra yaptıklarının işlevsel ve dayanıklı olmasına da özen gösterirdi. Konut olarak kullandığımız çadırımızın eksikliklerini her geçen gün biraz daha gidermiş, hatta içine bir yüklük bile yapmıştı. Yataklarımızı sermek için çadırımızın tabanına da hasır serilmişti. Sabahları kalktığımızda ilk görevlerimizden biri yatakları toplamak ve yüklükteki yerlerine yerleştirmekti. Kısaca çadırımız oldukça korunaklıydı. Bütün bunlara rağmen şiddetini arttıran rüzgâra ve yağmura dayanabilecek miydi? Bekleyip, görecektik…

Pamuklarını toplamakta olduğumuz tarla Ceyhan tren garından 3-4 km uzaklıktaydı. Çoğunlukla kapkara olan tren lokomotifin çıkardığı dumanlar bu gün fazlaca dikkatimi çekmiş, olumsuz bazı şeyler olacağı duygusuna kapılmıştım. Öyle de olmuştu. Şiddetlenen fırtına ve yağmura bu dumanların neden olduğu sanısına kapılmıştım bir an. Sonraki günlerde de dumanları gördükçe fırtına ve şiddetli yağmur kaygısı başgösteriyordu. Oysa şu anda korkulu saatler yaşatan şiddetli rüzgâr ve yağmurun mevsim gereği olduğunu söylemişti bizi Çukurova’ya getiren Elçi. Oysa ben  inatla tren garındaki lokomotifin çıkardığı kara dumanların yağmurlara neden olduğunu söylüyordum çocuk aklımla.

Eylül ayının ilk günlerinden itibaren Çukurova’da Sonbahar yağmurları başlamaktaydı. Bazen oldukça şiddetli olmaktaydılar. Ancak böylesi ilk kez görülmüştü. Yaklaşık yarım saat süren yağmurdan sonra oldukça büyük hasarlar ortaya çıkmıştı. Çadırların bir bölümü şiddetli rüzgârda yıkılmış ve sürüklenmişti. Sürüklenen çadırlardaki yataklar hem ıslanmış hem de çamura bulanmıştı. Halil dedemlerin çadırı da oldukça büyük hasar görenlerden biriydi. Sivrisineklerin büyük hasar verdiği Halil dedem yağmurdan da nasibini almış, şiddetli öksürük nöbetlerine tutulmuştu. En az hasar bizim çadırda olmuştu. Çadırın çatısından giren yağmur önemsiz olmakla birlikte, yataklarımızı serdiğimiz hasırın altından ve üstünden neredeyse sel geçmişti. Çatıdan giren yağmur yataklarımızı ıslatmıştı ama hiç olmazsa çamurlanmamıştı. Ekmeklik unumuzun da bir bölümü ıslanmış, hamur haline gelmişti.

Gökyüzündeki olayları yöneten Zeus’un öfkesi geçmiş olmalı ki gökyüzü  yağmur sonrasında tekrar masmavi görünümünü kazanmış, kapkara bulutlar yok olmuş, güneş Çukurova’yı yakmaya başlamıştı. Toprak kısa sürede kurumuştu. Çamurlanan yatak ve yorganlarla birlikte çadırdaki diğer eşyalar yıkanmış, kurumaya bırakılmıştı. Sürüklenen ve hasar gören çadırlar da imece usulüyle tekrar onarılmış ve yerlerine konulmuştu. Sıra pamuk tarlasındaki hasarın tespitine gelmişti. 

Yağmur, pamuk içindeki çiğiti ıslatınca, ıslanan çiğit pamuğa sarı renk bırakıyordu. Sarı renk ürünün kalitesini ve fiyatını düşürür demişti elçi. Yağmurlu günlerde hiç olmazsa toplananları ıslanmaktan korumak gerekiyordu. Bereket konakladığımız tarladaki pamuğun yüzde doksanı toplanmış bulunduğundan, ücretlerimizde çok fazla düşüşe neden olmayacaktı. Çadırlarımızdaki hasarlara rağmen, ücretlerimizde fazla kaybın olmayacak olması sevindirici bir durumdu… Buna da şükür demişti büyüklerimiz.

                                                               **********

                                                                                Eylül 1951, Ceyhan Adana…

Her sabah olduğu gibi, bu sabah da gözlerim çapaklı ve kapalı olarak, zorlukla kalkmıştım. Gözlerimdeki çapağı silecek annem de yoktu ortalıkta.  Seslendiysem de duyan olmadı. Doğru dürüst görmüyordum ama  kulaklarım daha duyarlı hale gelmişti. Sanki çevremde bir matem havası vardı. Zar zor bulduğum su ile yüzümü yıkayıp, gözlerimi sildiğimde pamuk toplayan kimseyi görememiştim tarlada. Herkes Dedemin çadırı etrafında toplanmıştı. Sessizce ağlayanlar, gözyaşı dökenler, büyük bir hüzün içinde başlarını avuç içine almış olanlar…

Neler oluyor diye kardeşim Mustafa ile ben de yaklaşmıştım  Halil dedemin çadırına. Babam uzaklaştırmaya çalışmıştı. ‘’Neden?’’ Demiştim. Derken ”Kurtuldu” ailesinin en küçük ferdi Mustafa dayım ağlayarak ”Halil deden öldü yeğenim.” Demişti. Sanki boğazıma bir yumruk girmiş gibi olmuş, ağlamaya başlamıştım. Halil dedemizi çok severdik. Güngörmüş, bilge bir atamızdı.

Alınan önlemlerin hiç birisi para etmemişti. Ne yanan ateş, ne duman, ne çarşaf, ne cibinlik ne de bazılarımızın içine girdikleri çuvallar… Geceleri tepelerimizde bir uğultu, iğne gibi saplanan sivrisinek hortumları, insanı çıldırtan kaşıntılar… Sivrisinekler ve sıtma Çukurova’daki mevsimlik işçileri bırakmıyor, yeterli bağışıklık sistemi kalmamış olan yaşlıları ve çocukları alıp götürüyordu öbür dünyaya…

Akçasaz Bataklıkları ve ürettikleri sivrisinekleri almıştı Halil dedemizi bizlerden. Sen kalk, Bulgaristan Karagözler Köyünden Türkiye’ye göç edip Edirne’de, Bulgar asimilasyonundan kurtul. Asimilasyondan kurtulduğun için ailene ‘’Kurtuldu’’ soyadını al… Ama sivrisinekler ve sıtmadan kurtulamamış ol… Öbür dünyaya göç et… Büyük bir haksızlık gibi gelmişti bana.

Bulgaristan’dan göç ettiğimiz Mart ayından bu yana Halil dedem ikinci kaybımızdı. Dört ay önce en küçük kardeşimiz Şaban’ı Elbistan Hasanköy ’de kaybetmiştik. Şimdi de Halil Dedem… Daha kimleri kaybedecektik bu göç yollarında…

Halil dedemin vefatının sabahı pamuk tarlasındaki bütün mevsimlik işçiler ve Karagözler köylüleri pamuk toplama işini bırakmışlardı. Hepsi, hepimiz  tarif edilemeyecek bir üzüntü içindeydik.  Ölüm haberi Ceyhan’daki yetkililere iletilmişti. Gelen yetkililer ölüm raporu düzenlemişlerdi. Usulüne uygun olarak işlemler yapılmış, cenaze namazı kılınmış ve defin işlemi gerçekleşmişti. Dualarımızı ettikten sonra boynumuz bükük,  dönmüştük çadırlarımıza yas tutmak için…

                                                                   **********

                                                                                Kasım 1951, Ceyhan Adana…

Sabahın erken saatleri… Sonbaharla birlikte havalar serinlemiş, bir nebze de olsa sivrisinek istilasından kurtulmuştuk. Rahat uyumuştuk ki sızlanmadan kalkmıştık. Kahvaltıdan sonra çadırlar sökülüyor, eşyalar toplanıyor, denkler yapılıyordu. Ceyhan pamuk tarlalarında hasat sona ermişti.

1951 yılı Ağustos ayı ortalarında Ceyhan’a 7-8 km uzaklıktaki pamuk tarlasında  ‘’mevsimlik işçi’’ olarak başladığımız yaşam tarzımız, Osmaniye İlçesi’ne doğru, diğer pamuk tarlalarıyla devam etmişti. Yaklaşık 2,5-3 üç aydır bir pamuk tarlasından diğer bir başka pamuk tarlasına geçmiş durmuştuk. Yağmurlarla, sivrisineklerle, Çukurova’nın kavurucu sıcaklarıyla, yetersiz beslenmeyle ve hastalıklarla boğuştuğumuz aylar geçmişti. Geçmişti ama delip geçmişti… Delip geçmişti çünkü Elbistan Hasanköy ’de kaybettiğimiz iki buçuk yaşındaki kardeşim Şaban’dan sonra,  Halil dedemi de pamuk tarlalarında kaybetmiştik.

Pamuk hasadının sona ermesiyle birlikte bizi Elbistan’dan getiren elçiler tarafından yeni bir iş koluyla tanıştırılmıştık. Yerfıstığı hasadı ve kabuklarından ayrılması… Yerfıstığı hasadı ve işlenmesi için de mevsimlik işçiler çalışmakta ve yine elçiler devreye girmekteydi. Elçilik sisteminin iyi tarafı işçilere konaklayabilecekleri yer göstermeleriydi. Gösterdikleri yere çadırlarımızı kuruyorduk. O zamanlar Adana’nın bir ilçesi olan Osmaniye civarındaki yerfıstığı tarlalarına götürülmüştük. İşlenme kolaylığı açısından tarlalara yakın kapalı binalar, hangarlar yapılmıştı. Hangarları ve çevresini barınma yeri olarak da kullanmıştık.

Türkiye’de yerfıstığı üretiminin yaklaşık yüzde 80’i Adana’nın ilçeleri Osmaniye, Toprakkale, Kadirli yörelerini kapsayan Çukurova Bölgesinde gerçekleşiyordu. Üretimde Osmaniye’nin ayrı bir yeri vardı. Öyle ki  ülke üretiminin neredeyse yarısı Osmaniye’de gerçekleşiyordu. Hasadından sonra ekilen bitkiye işlenmiş ve azotça zengin bir tarla bırakan yerfıstığı ekonomik bir bitkiydi. Aynı tarladan iki ya da üç ürün alma şansı veriyordu üreticilerine.

Ana ürün olarak ekilecekse pamuk-yerfıstığı-buğday döngüsü,  ikinci ürün olarak ekilecekse buğday-yerfıstığı-pamuk döngüsü uygulanıyordu. Yılda aynı tarladan iki, bazen de üç ürün almak mümkün olabiliyordu. Dünyada değerli bir yağ kaynağı olan yerfıstığı, protein içeriği bakımından da oldukça zengindi. Türkiye’de daha çok çerez olarak kullanılıyordu.

Yerfıstığının çerez olarak kullanılabilmesi için kabuklarından ayrılması gerekiyordu. Günümüzde bu işlem oldukça gelişmiş ayırma makineleriyle yapılmaktadır. Ancak, 1951’li yıllarda insan emeği ile yapılıyordu. Önce tarlalardan yerfıstığı hasadı için çalışmıştık. Sonra da kabuklarından ayrılması işlemine başlamıştık. Sisler arasından anımsadığım kadarıyla, büyük hangarlarda toplanmış olan kabuklu yer fıstıklarını ayırmak için sabahın erken saatlerinde işe başlardık.

Parmaklarımızla yerfıstığının kabukları kırılır ve çerezlik kısmı ayrılırdı. Kabuklarından ayrılan yerfıstıklarının ağırlıklarına göre ücret ödenirdi. Ailemizin kışlık nafakasını çıkarabilmek için biz çocuklar da kabuklarından ayırma işinde çalışırdık. Güçsüz parmaklarımız buna uygun olmadığı için yerfıstıklarını kabuklarından dişlerimizle ayırıyorduk. Bu tür bir ayırma işleminin yaşlılık dönemlerinde dişsiz kalacağımıza neden olacağını bilemezdik. Nitekim sonraki yıllarda bütün dişlerimi kaybedecektim…

                                                          **********

                                                                       Kasım 1951,  Osmaniye Adana…

Bütün gün ortalıkta görünmediği gibi akşam karanlığı çöktüğü halde babam yoktu fıstık hangarının yanındaki konaklama yerimizde. Pek alışık olmadığımız bir durumdu…‘’Babam nerede ana?’’ demiştik kardeşimle.  Konaklama yerindeki çadırımızın çevresini süpürmekte olan annem ‘’Babanız kışı geçireceğimiz bir yer bulmaya gitti.’’ Demişti. Arkasından da kardeşimle bana ait eşyaların düzenli bir şekilde bir fıstık torbasında toplanmasını istemişti. İstemişti çünkü Osmaniye’de fıstık hasadı dönemi sona ermişti.

Elbistan köylerinden bizi Çukurova’ya getiren Elçiler, yaptıkları masrafları kestikten sonra, ücretlerimizi ödemişlerdi.  Ancak kışı geçirebileceğimiz korunaklı yeni bir konaklama yeri gösterememişlerdi. Elbistan köylerine geri dönmek istemediğimize göre, başımızın çaresine bakmalıydık. Bu nedenle, Babamla birlikte Hüseyin ve Kerim dayılarım da kışı geçirmemizi sağlayacak bir yer arayışına girmişlerdi. Farklı yerlere dağılmışlardı. Her an, henüz bizce bilinmeyen bir yere göç edebilirdik.

Osmaniye civarındaki Toprakkale ve Haruniye gibi yerleşim birimlerinin köylerinden bazılarında Bulgaristan Köylerinden gelen göçmenlerden bazılarının iskân edildiklerini tarla sahibinden ve elçilerden duymuştu babam. Belki Karagözler köyünden gelmiş olanlar da olabilirdi. Haruniye Yeşilova Köyünde atalarımızdan bazılarına rastlaya bilirim ümidiyle gitmişti. Öyle söylemişti annem. İki gün sonra gülümseyen bir yüzle dönmüştü babam konaklama yerimize. Kışı Yeşilova’da geçireceğiz. Demişti. 

                                                           **********

                                                                        Aralık 1951, Yeşilova  Haruniye…

Birinci Dünya Savaşı’nı da kapsayan 1912-1922 yılları arasındaki 10 yıllık savaş döneminde Anadolu nitelikli ve üretici insan kaybı yaşamıştı. Eksik ve sağlık sorunları olan bir Türkiye devralan genç Türkiye Cumhuriyetinin insan gücüne ihtiyacı vardı. Balkanlardaki asimilasyon politikalarıyla bu ihtiyaç birleşince, 1923-1938 yılları arasındaki dönemde sadece Bulgaristan’dan Türkiye’ye 200 000 civarında göçmen gelmişti. 1923-1933 yılları arasında serbest göçmen statüsünde gelenler istedikleri yerlere yerleşmişlerdi. Devlet yardımı istememişlerdi. 1933-1937 yılları arasında gelenler ise iskanlı göçmenler olup, devletin uygun gördüğü yerlere yerleştirilmişlerdi. Ne var ki iskanlı olanların çok büyük bir bölümü iskan edildikleri yerleri terk ederek çiftçilik yapabilecekleri verimli toprakların bulunduğu yerlere yerleşmek istemişler ve yerleşmişlerdi.

Osmaniye Düziçi (Haruniye)  Yeşilova Muhtarlığının Merkez Mahallesi 1937 yılında Balkan Muhacirleri tarafından kurulmuştu. Yeşilova’ya yerleşmiş ailelerden biri de oldukça uzaktan akraba olduğumuzu öğrendiğimiz Ömer dayı idi. Babam öyle söylemişti. Ömer Dayıyı bulan babam, bizimle birlikte olan Karagözler Köyü muhacirlerinin kışı geçirebilecekleri bir yer arayışında olduğunu anlatınca, Ömer Dayı Yeşilova köyünde kışı geçirebileceğimizi söylemişti. Böylece 1951 yılını 1952 yılına bağlayan kış aylarını geçireceğimiz bir köy bulmanın sevinciyle yeni bir göç hazırlığına başlamıştık…

Kısa sürede toparlanmış, Ömer dayının traktörüne bağlı bir römorkörle Yeşilova’ya taşınmıştık. Köyde hatırı sayılır bir konumda olan Ömer dayının bizleri uzaktan akraba olarak tanıtmasıyla diğer köylüler de bizlere kucak açmışlardı. Başta Ömer Dayı olmak üzere, diğer köylüler tarafından da hayvan ahırlarından bazıları boşaltılarak bizlere tahsis edilmişti. Oldukça becerikli olan büyüklerimizin kısa zamanda düzenledikleri hayvan ahırlarından bozma evlerimiz bizlere saray gibi gelmişti. Gelmişti çünkü aylardır ilk kez kapalı yerlerde yatıp uyuyacaktık. Üstelik Yeşilova biraz da Bulgaristan’daki köyümüzü andırıyordu. Yeşilova köylüleri eski gelenek ve göreneklerine bağlıydılar,manevi yönleri de kuvvetliydi. Sosyal yaşamları bize uygundu, köye çabuk uyum sağlamıştık.

Zamanla köyün içinde bulunduğu ovayı gezip, gördükten sonra köye neden Yeşilova dendiğini de anlamıştık. Amanos Dağlarının batı yamaçlarında yer alan köyle birlikte köyün içinde yer aldığı Düziçi ovasında her yer yemyeşildi çünkü. Düziçi Ovası kuzeyinde Ceyhan Nehri, Berke ve Aslantaş Barajları, doğusunda Amanos Dağları ile Bahçe ilçesi, kuzeybatısında Kadirli, kuzeydoğusunda Kahramanmaraş ilinin Andırın ilçesi, güneyinde Osmaniye ile çevriliydi.

Çocukluk anılarımın unutulmazları arasında yer alan Osmaniye, yeryüzü yüzey şekillerinden birçoğunu bünyesinde toplamış ender yerlerden biriydi. Arazi güneyden itibaren kuzeye ve doğuya doğru gittikçe yükseliyor, Batı kesimlerinde Adana ovasının düzlükleri yer alıyordu. Kuzeyinde zorlukla geçtiğimiz Amanos dağları (Gâvur dağları), kuzeybatı yönünde Toros dağları, doğusunda Dumanlı, Düldül ve Tırtıl dağları bulunuyordu.  Ovalık arazileri en çok Merkez, Toprakkale, Kadirli ve Düziçi ilçelerinde bulunmaktaydı. Sevdiğimiz bir yer olmuştu Yeşilova Köyü ve sakinleri…

                                                                 **********

                                                                           Şubat 1952, Yeşilova Ceyhan…

İki ay önce geldiğimiz Yeşilova Köycü’nün idari yapısı muhtarlık olup üç ayrı sosyal gruptan, bir başka deyişle, mahalleden oluşmaktaydı. Yeşilova muhtarlığının Merkez Mahallesi 1937 yılında Balkan Muhacirleri tarafından kurulmuştu. Bunlardan merkez mahalle konumundaki Yeşilova biriminde yaşayanlar çoğunlukla Balkan Türkü kökenli muhacirlerdi. Köyde kışı geçirmemizi sağlayan uzaktan akrabamız Ömer Dayı bunlardan biri olmalıydı. Muhtarlığın Üçdut Mahallesinde Yerli Halk, diğer mahallede ise hayvan yetiştiriciliği ile uğraşan Yörük’ler yaşamaktaydı.

Her mahallenin kendine has yemekleri vardı. Tarhana, içli köfte, yüzük çorbası, sıkma, börek, yufka ekmek, muhacir somunu meşhurdu. Ayrıca muhacir pidesi, tavuk dolması, kaburga dolması, yaprak sarması, fırında kaymaklı dolma ve karakuş tatlısını da unutmamak gerekiyordu. Annem içinde soyulmuş domatesle tatlı biber bulunan tepsi böreği yapardı. Patlıcanları ince dilimler halinde kesip biftek niyetine pişirdiğini de anımsıyorum.

Yeşilova muhtarlığında üç farklı sosyal grup yaşamasına rağmen, köy halkı ve aileler arasında huzursuzluğa neden olacak herhangi bir önemli olay yaşanmamıştı. Üstelik İmece ruhu da yaşamaktaydı. Ürünlerin hasat zamanı yalnız olanlara yardım ederlerdi.

Cennetten bir vahayı andıran ova; eski adıyla Haruniye, şimdiki adıyla Düziçi ovası, Osmaniye ovasının kuzeyinde yüksekçe bir yerde, Toroslar ile Amanosların kesişim kuşağı arasında, Amanos dağlarına doğru biraz eğimli düz bir ovaydı. Denizden yüksekliği 250 metre ile 400 metre arasında değişmekte olan bu ovanın kuzeyinde bulunan dağlardan bazıları da Bulgaristan’daki Karagözler Köyüne tepeden bakan Sakar Balkan’a benziyordu. Sevgilisine kavuşmuş insanlar gibi hissetmiştik kendimizi Yeşilova Köyünde.

Oldukça büyük arazilere sahip olan Ömer Dayının traktörü vardı. O yıllarda traktöre sahip olmak zenginliğin göstergelerinden biriydi. Babamın kısa sürede traktör kullanmasını öğrendiğini ve Ömer Dayının tarlalarını sürdüğünü anımsıyorum. Böylelikle teşekkür ediyordu bizi köyünde konuk ettiği için. Biz çocuklar da hayvanlarıyla ilgilenir, ahırlarına giriş ve çıkışlarında yardımcı olurduk. Özellikle koyunlar ve kuzularıyla ilgilenmek çok hoşumuza giderdi.

1951 yıllarında Yeşilova Köyünün bağlı bulunduğu Haruniye ki sonraki adı Düziçi olmuştu, ulaşım olarak şanslı bir bölgede yer almaktaydı. Düziçi Köy Enstitüsü’nün burada kurulma nedenlerinden biri ulaşım kolaylığı olurken diğeri verim oranı çok yüksek olan alüvyonlu topraklardı. 30 km güney-batısında Osmaniye ve 125 km güney-batısında Adana ile kuzey-doğusunda da Maraş ili bulunmaktaydı. Önemli bir kavşak noktasında bulunan Haruniye Adana-Gaziantep karayoluna 10-15 km uzaklıktaydı. Hemen yanı başından da tren yolu geçmekteydi. Karayolunun yanı sıra tren yolunu da kullanabilmesi sağlık, eğitim ve sosyal etkileşim açısından avantaj sağlamaktaydı.

                                                                **********

                                                                       Mart 1952, Yeşilova Osmaniye…

Düdük sesleriyle uyanmıştık derin uykumuzdan. Tanyeri ağarmamıştı daha… Ne oluyor demeye kalmadan köy Muhtarı ile birlikte köy bekçisi ve öfkeli birkaç kişi daha dayanmıştı kapımıza. Babamı ve Kerim dayımı sormuşlardı… Sahi babam yoktu evde… Annem gelenlere ‘’Ahmet yok evde, Kerim’den de haberim yok.’’

Dedikten sonra, korkulu gözlerle gelenlere bakan bana ve kardeşime ‘’Gidin yatın, korkacak bir şey yok.’’ Demişti. Bu arada Ömer dayı da gelmiş, Köy Muhtarı ve beraberindekilerle konuşup, göndermişti onları.

Olağanüstü sayılabilecek gece yarısı olayının nedeni öğleden sonra anlaşılmıştı. Kerim dayım, daha sonraki yıllarda, kendisine 50 yıl hayat arkadaşlığı yapacak olan Ayşe yengeyi istemiş ancak Karagöz ailesi vermemişti. Kerim dayım babamdan yardım istemişti. İstemişti çünkü Halil dedemi pamuk tarlalarında kaybedince dayılarım babamı babaları olarak bilmişlerdi. Babam da kayınbiraderlerini severdi. Karagöz ailesi vermemekte direnince Karagöz ailesinin kızını kaçırmaya karar vermişlerdi.  Günler öncesinden yapılan plan gereği, Kerim dayım babamı da yanına alarak, gece yarısını geçe, Ayşe Karagöz’ü babasının yaşadığı evden zorla kaçırmıştı.

Karagöz ailesi büyükleri Köy Muhtarına durumu bildirerek şikâyetçi olmuşlar, onlar da bizim eve gelmişlerdi. Ortalık biraz sakinleştikten sonra, Ömer dayı ile bazı göçmenlerin de araya girmesiyle, Kurtuldu ve Karagöz aileleri anlaşmış, mahkemelik olmadan sorun çözülmüştü. Tek düze olan Yeşilova’daki hayatımız kız kaçırma olayı ile renklenmişti.

Hem yeni evlilere hem de bizlere, hayvan ahırlarından bozma da olsa, Ömer Dayı ve köylülerce tahsis edilen tek gözlü evler, pamuk tarlalarındaki naylon çadırlarımızdan sonra, saray gibi gelmişti. Yeni evlilere de tek gözlü bir ev düzenlenmişti.

Yeşilovalılara teşekkür ve minnet borçluyduk. Tarlada, bahçede ve hayvanların bakım ve yayılmasında yardım ediyorduk. Yardımlarımız karşılıksız kalmıyordu. Et, süt, yoğurt ve peynir veriyorlardı bizlere. Böylece, 1951 yılını 1952 yılına bağlayan kış ve bahar aylarını sorunsuzca Yeşilova’da geçirmiştik.

Yeşilova’da günler, haftalar, aylar geçmiş ve 1952 yılına girilmişti. Ilıman bir iklime sahip olan Çukurova’da ve Yeşilova’da ekim-dikim zamanı gelmişti. Eli ayağı tutanlar ve hatta 8 yaşına girmiş olan ben de köydeki tarlaların ekim-dikime hazırlık çalışmalarına katılmış, çapa yapmış, fidelerin dikiminde çalışmıştım. Nafakalarını kazanmak için bütün gayretimizle çalışan bizler, Yeşilova’ya yakın yerlere de işe gidiyorduk. Bu arada Ömer Dayı da bizlerin göçebelikten kurtulması için yetkililerle temas ediyordu. 

                                                **********

                                                                             29 Haziran 1952 Cuma, Yeşilova…

Günler günleri kovalamış, yaz aylarına da girmiştik. Haziran ayı bitmek üzereydi. Önümüzdeki aylarda yine Çukurova’da Mevsimlik İşçi olarak mı çalışacaktık? Aklıma Akçasaz Bataklıkları ve bir türlü kendimizi kurtaramadığımız bulut gibi sivrisinekler geliyordu. Halil Dedemin ölümü, çapaklanan gözlerim, gündüzü geceye çeviren boranlar geliyordu gözlerimin önüne. Çukurova’ya yaz gelmesin istemiştim Haziran ayı sonlarında.

Yeşilova Köyünü ve sakinlerini sevmiştik. Bulgaristan’daki köyümüz Karagözleri andırıyordu. Eğimli olan Düziçi Ovasıyla Amanos Dağlarının bir bölümüne yaslanmıştı. Karagözlerdeki Sakar Balkana benzetmiştim hep. Bu güzelim köyde bizleri geçindirip, biraz da kış ayları için para biriktirebileceğimiz iş yoktu.

Babamla Ömer Dayı yine Ceyhan’a gitmişlerdi yerleşim durumumuzu öğrenmek için. Akşamüzeri döndüklerinde ikisinin de yüzü gülüyordu. 17.10.1951 tarih ve 3-13828 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığına kabul edilmiştik.  Maraş Elbistan köylerinden sonra bu kez yerleşim yeri olarak Niğde Misli (Konaklı) gösterilmişti. Bu gelişmeden çok geç haberimiz olmuştu. Ömer Dayı rehberlik etmede daha da haberimiz olmazdı. Demişti babam.

Yeşilova’nın yaklaşık 7 km güneyinde Yarbaşı Tren İstasyonu olduğunu söylemişti Ömer Dayı. Yarbaşı’ndan bineceğimiz bir kara trenle, Misli Köyü’ne yaklaşık 5 km uzakta olduğunu öğrendiğimiz Hüyük İstasyonu’na gitmemiz gerekiyordu.

Göç hazırlıkları yapılmış, Yeşilova Köyü sakinlerinden helallik istenmişti. Ömer Dayının sağladığı traktörüne bağlı römorkörüyle tren istasyonuna ulaştırılmıştık. Bu kez Halil Dedem olmadan yola çıkacaktık. Bir parçamız Elbistan Hasanköy ’de, bir parçamız da Ceyhan pamuk tarlalarında kalıyordu..

Eşyalarım tren vagonlarına yüklendi. Saatte ortalama 40 km hızla giden kara trenle 320 km uzaklıktaki Hüyük İstasyonu’na, molalar ve istasyonlardaki beklemeleri de eklersek, en az 12 saatlik zaman gerekmişti. Olsun du… Nihayet yerleşik düzene geçebilecektik. Geçebilecek miydik gerçekten? Zaman gösterecekti…

Share Button