1951 Bulgaristan Göç Anılarım Bölüm 4
ÇUKUROVA OSMANİYE, KASIM 1951…
Sabahın erken saatleri… Sonbaharla birlikte havalar serinlemiş, bir nebze de olsa sivrisinek istilasından kurtulmuştuk. Rahat uyumuştuk ki sızlanmadan kalkmıştık. Kahvaltı yapılmış, çadırlar sökülüyor, eşyalar toplanıyor, denkler yapılıyordu. Ceyhan pamuk tarlalarında hasat sona ermişti.
Pamuk demek Çukurova için beyaz altın demekti. Çukurova’nın olmazsa olmazlarından ilki ve en önemlisi Pamuk tarlalarıydı. Pamuk tarlaları ve mevsimlik işçiler ise çırçır fabrikaları, iplik-dokuma fabrikaları demekti. Bolluk bereket demekti. Güney-doğu Anadolu’dan gelenlerin ekmek parası kazanması demekti… Hala da öyledir.
1951 yılı Ağustos ayı ortalarında Ceyhan’a 7-8 km uzaklıktaki pamuk tarlasında ‘’mevsimlik işçi’’ olarak başladığımız yaşam tarzımız, Osmaniye İli’ne doğru, diğer pamuk tarlalarıyla devam etmişti. Yaklaşık 2,5-3 üç aydır bir pamuk tarlasından diğer bir başka pamuk tarlasına geçmiş durmuştuk. Yağmurlarla, sivrisineklerle, Çukurova’nın kavurucu sıcaklarıyla, yetersiz beslenmeyle ve hastalıklarla boğuştuğumuz aylar geçmişti. Geçmişti ama delip geçmişti… Delip geçmişti çünkü Halil dedemi pamuk tarlalarında kaybetmiştik.
Pamuk hasadının sona ermesiyle birlikte bizi Elbistan’dan getiren elçiler tarafından yeni bir işkoluyla tanıştırılmıştık. Yerfıstığı hasadı ve kabuklarından ayrılması… Yerfıstığı hasadı ve işlenmesi için de mevsimlik işçiler çalışmakta ve yine elçiler devreye girmekteydi. Elçilik sisteminin iyi tarafı işçilere konaklayabilecekleri yer göstermeleriydi. O zamanlar Adana’nın bir ilçesi olan Osmaniye civarındaki yerfıstığı tarlalarına götürülmüştük. İşlenme kolaylığı açısından tarlalara yakın kapalı binalar, hangarlar yapılmıştı. Hangarları ve çevresini barınma yeri olarak da kullanmıştık.
Çukurova’nın pamuk ve yerfıstığı ambarı olan Osmaniye’nin çocukluğumda önemli ve unutulmaz bir yeri vardır. İlk tanışmamız 1951 yılı Ekim ve Kasım aylarında, pamuk tarlaları ve yerfıstığı kabuklarının ayrıştırılması sırasında olmuştu. İkinci tanışmamız da 3 yıl sonra, 1954-55 Eğitim ve Öğretim yılında, Osmaniye Cumhuriyet İlkokulu ikinci sınıfına başlamamla gerçekleşecekti. Niğde Misli Köyünden iş bulmak amacıyla geldiğimiz 1954 yılı Ağustos ayında Karaçay deresine bakan bir yerde ev kiraladığımızı anımsıyorum.
Türkiye’de yerfıstığı üretiminin yaklaşık yüzde 81’i Adana, Osmaniye, Toprakkale, Kadirli yörelerini kapsayan Çukurova Bölgesinde gerçekleşiyordu. Üretimde Osmaniye’nin ayrı bir yeri vardı. Öyle ki ülke üretiminin neredeyse yarısı Osmaniye’de gerçekleşiyordu. Hasadından sonra ekilen bitkiye işlenmiş ve azotça zengin bir tarla bırakan yerfıstığı ekonomik bir bitkiydi. Aynı tarladan iki ya da üç ürün alma şansı veriyordu üreticilerine.
Çukurova bölgesi yüksek gelir sağlayan yerfıstığı yetiştiriciliği açısından önemli bir potansiyele sahipti. Hala da öyledir. Ana ürün olarak ekilecekse pamuk-yerfıstığı-buğday döngüsü, ikinci ürün olarak ekilecekse buğday-yerfıstığı-pamuk döngüsü uygulanıyordu. Yılda aynı tarladan iki, bazen de üç ürün almak mümkün olabiliyordu. Dünyada değerli bir yağ kaynağı olan yerfıstığı, protein içeriği bakımından da oldukça zengindi. Türkiye’de daha çok çerez olarak kullanılıyordu.
Yerfıstığının çerez olarak kullanılabilmesi için kabuklarından ayrılması gerekiyordu. Günümüzde bu işlem oldukça gelişmiş ayırma makineleriyle yapılmaktadır. Ancak, 1951’li yıllarda insan emeği ile yapılıyordu. Önce tarlalardan yerfıstığı hasadı için çalışmıştık. Sonra da kabuklarından ayrılması işlemine başlamıştık. Sisler arasından anımsadığım kadarıyla, büyük hangarlarda toplanmış olan kabuklu yer fıstıklarını ayırmak için sabahın erken saatlerinde işe başlardık.
Parmaklarımızla yerfıstığının kabukları kırılır ve çerezlik kısmı ayrılırdı. Kabuklarından ayrılan yerfıstıklarının ağırlıklarına göre ücret ödenirdi. Ailemizin kışlık nafakasını çıkarabilmek için biz çocuklar da kabuklarından ayırma işinde çalışırdık. Güçsüz parmaklarımız buna uygun olmadığı için yerfıstıklarını kabuklarından dişlerimizle ayırıyorduk. Bu tür bir ayırma işleminin yaşlılık dönemlerinde dişsiz kalacağımıza neden olacağını bilemezdik.
YEŞİLOVA OSMANİYE, ARALIK 1951…
Kısa sürede Yerfıstığı kabuklarını ayırma işi bitmişti. Yerfıstığından temizlenen tarlalara çapa yapmak için gidilmeye başlanmıştı. Hasadı biten tarlalarda bitki artıkları temizlenip, ikinci ya da üçüncü ürün için hazırlık yapılıyordu. Bir süre sonra bütünüyle işsiz kalmanın yanı sıra konaklayacak yer sorunumuz da olacaktı. İşsiz kaldığımız günlerde babamın Osmaniye civarındaki Toprakkale ve Haruniye gibi yerleşim birimlerini gezerek kışı geçireceğimiz yer aradığını anımsıyorum. 93 Harbi sonrası gerçekleşen büyük göçte Karagözler Köyünden gelen göçmenlerden bazılarının Osmaniye civarında iskân edildiklerini duymuştu.
Babam Osmaniye Düziçi beldesi Yeşilova köyünde rastladığı Ömer adındaki kişinin atalarının Bulgaristan Karagözler Köyünden geldiğini öğrenmişti. Sonradan Ömer Dayı diyeceğimiz bu kişinin oldukça uzaktan akraba olduğu da konuşmalar sırasında ortaya çıkmıştı. Ömer Dayı, Osmaniye’de fıstık ambarları ve çevresinde konaklamakta olan bizlerin köyünde kışı geçirebileceğimizi söylemişti. Böylece 1951 yılını 1952 yılına bağlayan kış aylarını geçireceğimiz bir köy bulmanın sevinciyle yeni bir göç hazırlığına başlamıştık… Ömer dayının bulduğu bir kamyonla Yeşilova’ya taşınmıştık.
Köyde hatırı sayılır bir konumda olan Ömer dayının bizleri uzaktan akraba olarak tanıtmasıyla diğer köylüler de bizlere kucak açtılar. Bazı hayvan ahırlarını boşaltarak biz Karagözler köylülerine tahsis ettiler. Becerikli olan büyüklerimizin kısa zamanda düzenledikleri hayvan ahırlarından bozma evler bizlere saray gibi gelmişti. Gelmişti çünkü aylardır ilk kez kapalı yerlerde yatıp uyuyacaktık. Üstelik Yeşilova biraz da Bulgaristan’daki köyümüzü andırıyordu. Yeşilova köylüleri eski gelenek ve göreneklerine bağlıydılar, manevi yönleri de kuvvetliydi. Sosyal yaşamları bize uygundu, köye çabuk uyum sağlamıştık.
Zamanla köyün içinde bulunduğu ovayı gezip, gördükten sonra köye neden Yeşilova dendiğini de anlamıştık. Amanos Dağları’nın batı yamaçlarında yer alan köy ve içinde Düziçi ovasında her yer yemyeşildi çünkü. Düziçi Ovası kuzeyinde Ceyhan Nehri, Berke ve Aslantaş Barajları, doğusunda Amanos Dağları ile Bahçe ilçesi, kuzeybatısında Kadirli, kuzeydoğusunda Kahramanmaraş ilinin Andırın ilçesi, güneyinde Osmaniye ile çevriliydi.
Çocukluk anılarımın unutulmazları arasında yer alan Osmaniye yeryüzü yüzey şekillerinden birçoğunu bünyesinde toplamış ender yerlerden biridir. Arazi güneyden itibaren kuzeye ve doğuya doğru gittikçe yükselir. Batı kesimlerinde Adana ovasının düzlükleri yer alır. Kuzeyinde zorlukla geçtiğimiz Amanos dağları (Gâvur dağları), kuzeybatı yönünde Toros dağları, doğusunda Dumanlı, Düldül ve Tırtıl dağları bulunur. Dağlar ile ovalar arasında hafif engebeli araziler bulunur. Ovalık arazileri en çok Merkez, Toprakkale, Kadirli ve Düziçi ilçelerinde bulunmaktadır.
Cennetten bir vahayı andıran ova; eski adıyla Haruniye, şimdiki adıyla Düziçi ovası, Osmaniye ovasının kuzeyinde yüksekçe bir yerde, Toroslar ile Amanosların kesişim kuşağı arasında, Amanos dağlarına doğru biraz eğimli düz bir ovaydı. Denizden yüksekliği 250 metre ile 400 metre arasında değişmekte olan bu ovanın kuzeyinde bulunan dağlardan bazıları da Bulgaristan’daki Karagözler Köyüne tepeden bakan Sakar Balkan’a benziyordu. Sevgilisine kavuşmuş insanlar gibi hissetmiştik kendimizi.
Oldukça büyük arazilere sahip olan Osman dayının traktörü vardı. O yıllarda traktöre sahip olmak zenginliğin simgelerinden biriydi. Babamın traktör kullanarak Osman Dayının tarlalarını sürdüğünü anımsıyorum. Biz çocuklar da hayvanlarıyla ilgilenir, ahırlarına giriş ve çıkışlarında yardımcı olurduk. Özellikle koyunlar ve kuzularıyla ilgilenmek çok hoşumuza giderdi.
1951 yıllarında Yeşilova Köyünün bağlı bulunduğu Haruniye ki sonraki adı Düziçi, ulaşım olarak şanslı bir bölgede yer almaktaydı. Düziçi Köy Enstitüsü’nün de burada kurulma nedenlerinden biri ulaşım kolaylığı olurken diğeri verim oranı çok yüksek olan alüvyonlu topraklardı. 30 km güney-batısında Osmaniye ve 125 km güney-batısında da Adana ile kuzey-doğusunda da Maraş ili bulunmaktaydı. Önemli bir kavşak noktasında bulunan Haruniye Adana-Gaziantep karayoluna 10-15 km uzaklıktaydı. Hemen yanı başından da tren yolu geçmekteydi. Karayolunun yanı sıra tren yolunu da kullanabilmesi sağlık, eğitim ve sosyal etkileşim açısından avantaj sağlamaktaydı.
YEŞİLOVA’DA KIZ KAÇIRMA, MART 1952…
Düdük sesleriyle uyanmıştık derin uykumuzdan. Tanyeri ağarmamıştı daha… Ne oluyor demeye kalmadan köy Muhtarı ile birlikte köy bekçisi ve öfkeli birkaç kişi daha dayanmıştı kapımıza. Babamı ve Kerim dayımı sormuşlardı… Sahi babam da yoktu evde… Annem gelenlere ‘’Ahmet yok evde, Kerim’den de haberim yok.’’ Dedikten sonra, korkulu gözlerle gelenlere bakan bana ve kardeşime ‘’Gidin yatın, korkacak bir şey yok.’’ Demişti. Bu arada Ömer dayı da gelmiş, Köy Muhtarı ve beraberindekilerle konuşup, göndermişti onları.
Olağanüstü sayılabilecek gece yarısı olayının nedeni öğleden sonra anlaşılmıştı. Kerim dayım, daha sonraki yıllarda, kendisine 50 yıl hayat arkadaşlığı yapacak olan Ayşe yengeyi istemiş ancak Karagöz ailesi vermemişti. Kerim dayım babamla birlikte Karagöz ailesinin kızını kaçırmaya karar vermişlerdi meğer. Günler öncesinden yapılan plan gereği, Kerim dayım babamı da yanına alarak, gece yarısını geçe, Ayşe Karagöz’ü babasının yaşadığı evden zorla kaçırmıştı. Halil dedemi pamuk tarlalarında kaybedince dayılarım babamı babaları olarak bilmişlerdi. Babam da kayınbiraderlerini severdi.
Karagöz ailesi büyükleri Köy Muhtarına durumu bildirerek şikâyetçi olmuşlar, onlar da bizim eve gelmişlerdi. Ortalık biraz sakinleştikten sonra, Ömer dayı ile bazı göçmenlerin de araya girmesiyle, Kurtuldu ve Karagöz aileleri anlaşmış, mahkemelik olmadan sorun çözülmüştü. Tek düze olan Yeşilova’daki hayatımız kız kaçırma olayı ile renklenmişti.
Hem yeni evlilere hem de bizlere, hayvan ahırlarından bozma da olsa, Ömer Dayı ve köylülerce tahsis edilen tek gözlü evler, pamuk tarlalarındaki naylon çadırlarımızdan sonra, saray gibi gelmişti. Yeşilovalılara teşekkür ve minnet borçluyduk. Tarlada, bahçede ve hayvanların bakım ve yayılmasında yardım ediyorduk. yardımlarımız karşılıksız kalmıyordu. Et, süt, yoğurt ve peynir veriyorlardı bizlere. Böylece, 1951 yılını 1952 yılına bağlayan kış ve bahar aylarını sorunsuzca Yeşilova’da geçirmiştik.
Yeşilova’da günler, haftalar, aylar geçmiş ve 1952 yılına girilmişti. Ilıman bir iklime sahip olan Çukurova’da ve Yeşilova’da ekim-dikim zamanı gelmişti. Eli ayağı tutanlar ve hatta 8 yaşına girmiş olan ben de köydeki tarlaların ekim-dikime hazırlık çalışmalarına katılmış, çapa yapmış, fidelerin dikiminde çalışmıştım. Nafakalarını kazanmak için bütün gayretimizle çalışan bizler, Yeşilova’ya yakın yerlere de işe gidiyorduk. Bu arada Ömer Dayı da bizlerin göçebelikten kurtulması için yetkililerle temas ediyordu. Uzun uğraş ve araştırmalardan sonra biz Karagözler köylülerinin Niğde’nin Misli Köyü’ne iskân edildiğini öğreniyoruz.
Bizlere tekrar göç görünmüştü, bakalım ne zaman sona erecekti…