Anish Kapoor İstanbul’da 1
Görsel medyada bir hayli tanıtımı yapılan Anish Kapoor İstanbul’da sergisini görmek üzere Emirgan’daki Sakıp Sabancı Müzesi’ne gittim. Böylelikle, bir taşla iki kuş vurdum sayılır. Birincisi, Emirgan Korusu’nu İstanbul Boğazı’na bağlayan tepedeki müze ve içinde bulunduğu bahçe görmeye değer bir mekan. Ana yapıyı oluşturan müze önündeki terastan İstanbul Boğazı’nın panaromik bir görüntüsünün yanı sıra, iki boğaz köprüsü ile aralarında kalan bir cennet köşesi Kanlıca’yı da görmek mümkün.
Kanlıca’nın sağ tarafında ünlü Mihrabad Korsu yer alırken, sol tarafında da Çubuklu Korusu ile Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa tarafından yaptırılan Hıdiv Kasrı yer alır. Bu nedenle, Sakıp Sabancı Müzesi’ni ziyaret etmek, biraz da cennette gezinti yapmaktır. Halk arasında ”Atlı Köşk” olarak bilinen ve müzeyi oluşturan ana yapı, 1848 yılında yapılan ve 1925 yılında yıkılan sahilhanenin yerine, Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın torunu Prens Mehmet Ali Hasan tarafından İtalyan Mimar Eduard de Nari’ye yaptırılmış.
Uzun yıllar boş kalan bina 1949 yılında Hacı Ömer Sabancı tarafından, Mısırlı Prenses İffet Hanım’dan satın alınmış.1952 yılında da, 1864 yılında Paris’te dökümü yapılan bronz at heykeli bir müzayede satın alınarak bu günkü yerine konulmuş. Bundan sonra da müzeyi oluşturan ana yapı ”Atlı Köşk” olarak anılır olmuş. Sabancı ailesi tarafından 1998 yılına kadar konut olarak kullanılan bu tarihi yapı, 1999 yılında Sabancı Üniversitesi’nin kullanımına verilmiş.
2002 yılından bu yana da müze olarak hizmet vermektedir. Turner ödülüne ve işindeki başarısından, dünya çapındaki ününden dolayı İngiltere kraliçesi tarafından verilen Sir ünvanına sahip çağdaş heykel sanatçısı Anish Kapoor’un 32 çalışması Akbank’ın desteğiyle Sakıp Sabancı Müzesi’nde sergileniyor. Bu sergiyi gezebilmek ikinci kuşu vurmak anlamına geliyor. Müze girişinde biletimi aldıktan sonra, merdivenleri tırmanarak, müzeye ulaşabileceğim kavşağa geliyorum. Sol tarafta oldukça geniş bir teras var.
Teras girişinin hemen sağına, bir çam ağacının altına, Anish Kapoor’un boyutlu bir eseri yerleştirilmiş. Sonradan adının ”Kum Saati” olduğunu öğreniyorum. Çevresinde kızlı erkekli ziyaretçileri var.Arkasında İstanbul Boğazı ve karşı kıyıda da Kanlıca ile Çubuklu Korusu’ndaki Hıdiv Kasrı görünüyor. Düşle gerçek bir arada sanki.Anish Kapoor’un eserlerinde de aynı duyguyu yaşıyorum. Eserlerine baktıkça ve inceledikçe, Düş mü, gerçek mi? sorularını sorma gereğini duyuyorum.
Terasa girdiğimde dört kız öğrencinin, Anish Kapoor’un Kum Saati adlı eseri önünde fotoğraf çekmeye çalıştıklarını, ancak aynı anda dördünün de aynı karede yer alamadıklarını görünce yardım teklif ediyorum. Yardımımı kabul ediyorlar.Dördünü bir karede olacak şekilde fotoğraflarını çekiyorum. Sonra da benim fotoğrafımın çekilmesini rica ederek, ben de ”Kum Saati”ile birlikte ölümsüzler arasına katılıyorum. Biraz araştırma yaptığımda ise Kum Saati’nin dev boyutlu olanının İsrail müzelerinden birinde yerini almış olduğunu öğreniyorum. Fotoğraflar çekilip, boğazın doyumsuz manzarasını da seyrettikten sonra müzeye yöneliyorum.
Müze girişinin tam önünde de ”Gök Ayna” olarak adlandırılmış Anish Kapoor eserlerinden birine daha rastlıyorum. Paslanmaz çelikten yapılmış bu altı metrelik konveks, yani dışbükey bir yapı ki tümsek ayna olarak biliriz. Çevresindeki herşeyi görür ve gösterir otomobillerdeki yan dikiz aynalarında olduğu gibi. 10 ton ağırlığındaymış. Kapoor’un eseri yaratması altı yıllık zamanı ve yaklaşık 900,000 poundluk bütçeyi gerektirmiş. ”Gök Ayna” çok güçlü ve izleyicisine gür, temiz, kendinden emin bir şekilde sesleniyor.
“Gözünüzü açın” diyor adeta. O, doğadaki değişimi seyrediyor ve yansıtıyor. Görüntüyü kaydedip, etkileşime girmek ve değerlendirmek bize ait. Gök ayna ile birlikte ölümsüzleşmek için yardıma gereksinmem olmadı. Beni de gördü ve beni bana geri verdi. Gök Ayna ile göksel iletişimi kurduktan bir süre sonra, müze girişinin sağ tarafında bir de içbükey/konkav ayna olduğunun farkına varıyorum. Silindir şeklinde olan bu içbükey aynanın odak uzaklığı oldukça küçük olmalı ki, odağı içine giremiyor ve kendimin devleşmiş ve masalımsı görüntümü elde edemiyorum.Paslanmaz çelikten yapılmış bu silindirik yapının dış yüzü de konveks/tümsek ayna gibi davranıyor. Sanıyorum bu yüzden yapıtın adı ”Çift” olarak tanımlanmış.Nihayet müzeye giriyorum.
İlk karşıma çıkan birkaç ton ağırlığında dikdörtgen mermer bir blok. Bu mermer blok ne ki derken, öbür yüzüne geçtiğimizde, elips şeklindeki bir bölümün oyulduğunu gördüm. Esere bakınca, atalarımızın pişmiş topraktan yaptıkları keramik yemek pişirme kaplarından birini bulduğumu sandım. Bendeki izlenim bu oldu. Eseri ve anlatmak istediklerini kendimce yorumlamaya çalıştım. Sonraki eserin oldukça büyük ve yamuk formunda gri bir mermer parçası olduğunu gördüm. Bir tarafında metal bir işaret çubuğunun olduğu bu mermer parçasının ”Mezar” olarak adlandırıldığını öğrendim.
”Mezar” kavramı, serginin anlatım biçiminin bir parçası olacağını sonradan öğrenecektim. Serginin kuratörü, en sonra konulması gerekeni en önce kondurmuştu bilmeceyi ilginç hale getirmek için. İleride müzeyi ziyaret etmekte olan kalabalık bir rehberli öğrenci grubuna, rehberleri tarafından etrafında bulundukları obje ve serginin ıra dışı özellikleriyle ilgili açıklamalar yapılıyordu. Sol taraftaki duvarda da ”Kırmızı” olarak adlandırdıkları bir eser yer alıyordu. Yaklaştıkça ilgim daha da arttı.
Kırmızı adlı bu yapıt, dibi olmayan ya da sonsuzluğu temsil eden bir kuyuya benziyordu. Kırmızı ya da diğer renk seçimi, birçok sanatçıda olduğu gibi, ya bir duyguya karşılık ya da simgesel nedenle kullanılır. Tek bir rengin seçimi ise psikolojik etkinin vurgulu, güçlü bir şekilde hissedilmesini sağlamak için olsa gerek. Kırmızı, Rönesans Avrupası’nda zenginliğin, gücün ve saygınlığın rengiydi. Kırmızının bir çok anlamı İbrani kültüründen türemiştir. İbranice’de ”Adam” kırmızı demektir. Kimi zaman kırmızı kan, savaş ve erotik aşkla ilişkilendirilmiştir.
Ayrıca ihanet ve utanç verici bir hareketi simgeleyen ”yüz kızarması” ile ilişkilendirilir. Kırmızıya hem Roma’da hem de Doğu kültürlerinde mistik anlamlar yüklenirdi. Kırmızı, ”cehennem ateşinin rengi” olarak, hem şeytansı hem de ilahi olanı simgeleme özelliğine sahiptir. Bu özelliği Eski İbranilere ve büyük bir ihtimalle daha eskiye dayanıyordu. Eski Ahit’i okumuş olanların bileceği gibi, günahın kendisi kızıl renkteydi. Bu nedenle bazı kentlerde fahişelere kırmızı bir eşarp ve rozet taktıklarını ya da elbise giydirdiklerini, neden Yahudilere ve toplumdan dışlanan diğer kişilere kırmızı bir rozet takıldığını açıklıyor.
Elbette Kapoor’un yapıtlarında kullanılan kırmızı rengin/pigmentin hangi anlama geldiği yoruma açıktır. Psikolojik boyutu olduğu gibi,mistik yanı da güçlü hissedilir. Kapoor’un renkleri simgeseldir, birebir değildir. Kapoor sarıyı kırmızının tutkulu bir parçası olarak kullanır. Düşünceler tutkuyu doğurur. Tıpkı düşüncenin zihni canlandırdığı gibi sarı da kırmızıyı canlandırır. Manzaranın kızıllığı düşseldir. Kapoor’un sergide kullandığı kırmızı ise, parlak ve gizemlidir. Dediğim gibi, bendeki etkisi de düşsel, ancak sonsuzluğu temsil eden bir kara delik/nötron yıldızı etkisi bıraktı. Bir süre sonra karşılaştığım ve bir duvarı bütünüyle kaplayan ”Sarı” adlı yapıtı bu duygumu iyice kuvvetlendirdi.
Daha öncel Guggenheim Kraliyet Sanat Akademisi’nde de sergilendiğini öğrendiğim 12 kat boya kaplı ”Sarı 1999” yapıt serginin en etkileyici çalışması olarak gösteriliyor. Duvara yerleştirilmiş cam elyafı ve pigmenten oluşan bu yapıt, duvarın içine doğru, Sarı bir ışıkla dolu gizemli bir başka dünyaya ya da evrene çekiliyormuş izlenimi uyandırırken, canlılığıyla da göz kamaştırıyor.Sanki içine girersem kendimi bir başka evrende bulacakmışım gibi hissettim.
Bilim kurgu filimlerinde ”Kurt Delikleri” olarak adlandırılan uzay yolları ya da kara delikler vardır. Sözgelişi, bize en yakın Alfa Centauri yıldız sistemi yaklaşık 5 ışık yılı uzaklıktadır. Bunun anlamı, ışık hızıyla hareket eden bir uzay aracımız olsa, oraya 5 yılda giderdik. Halihazırdaki uzay araçlarımızla en az 900 yıl yolculuk yapmamız gerekir ki, galaksiler arasındaki yolculuklar bizi sonsuzluğa götürür.
Bundan kurtulmanın yolu, kuramsal olarak, kurt deliklerinden yararlanmaktır. Aklıma televizyonlarda yayınlanmakta olan Doktor Who geldi. Doctor Who, BBC yapımı İngiliz bilim kurgu televizyon dizisidir. Dizi; Doktor olarak bilinen, zamanda yolculuk yapan insansı Dünya dışı yaratık olan Zaman Lordu’nun maceralarını anlatmaktadır. Doktor, dışarıdan 1950’lerden kalma bir polis kulübesi gibi görünen TARDIS adındaki bilince sahip ve zamanda yolculuk edebilen bir uzay gemisi ile evreni araştırır.
Doktor, yardımcıları ile beraber uzay ve zamanı keşfeder, sorunları çözer, yaratıklarla yüzleşir ve tarihe yapılan müdahalelere engel olur. Anish Kapoor’un Kırmızı ve Sarı adlarındaki yapıtlarını izlerken bende uyanan duygu kurt delikleri, uzay yoculukları ve sonsuzluk kavramları oldu. Yapıtlarında Cam elyaf ve Pigment kullanılmış. Pigmentler renkli bileşikler olup, görünür ışığın sadece belirli dalga boylarını ya da renklerini yansıtan kimyasal bileşiklerdir.Anish Kapoor, Sanat okulundan sonra vatanına ve köklerine dönmek için gittiği Hindistan’da boya pigmentleriyle tanışmış ve cidden özünü bulmuş. Kendisi bunu pigment- shapeeffect olarak tanımlıyor.
Salonda dolaşmaya devam ederken, insan bedeninin farklı organlarını andıran formlar, eril/dişil girinti ve çıkıntılar, parlak mermerlerde renk pigmentlerin oluşturduğu damarlar gözüme çarpıyor. Nehir Taşları adlı bir yapıtı da bunlardan biri. Daha sonra görme olanağı bulacağımız Arkeoloji ve Biyoloji adlı yapıtla bağlantılı gibi geldi bana. Sanki groteskleşmiş/sıradışı bir vajina ile rahimde döllenmiş yumurtalar imgesi elde edilmiş. Adeta insan bedeninin absürt/sıra dışı özelliklerle yeniden tasviri ile dünyaya ait olmayan bir olgu haline getirilmiş. Ben böyle algıladım.
Bazı izleyiciler de bu yapıtı ”Benim bedenim senin bedenin heykeli” biçiminde yorumladılar. Ortasındaki nehir taşları, bedenden öte ruhlardaki zenginliği anlatıyordu adeta. Şeklinde yorumlayanlar oldu. Bazı sanatseverler de serginin adının ”Rahimden Mezara” olabileceğini vurgulamaktan geri durmadılar. Bir başka sanatseverin bu konudaki yorumu da ilginç geldi bana. Bu sanatsevere göre, zemine oturtulan bu yapıt, heykelin dış yüzeyi girinti ve çıkıntıları ile karşımıza çıkan antik bir buluntuyu andırıyor.
Arkeolojik kazılarda aniden karşımıza çıkıveren bir tümülüse benzemektedir. Dışı beyaz mermer, içi taşla doldurulmuş. Bunun yorumunu şöyle yapılabilir. Birçok imparatorluğa başkentlik yapan İstanbul sur ve kaleleri başta olmak üzere sanat tarihin de paha biçilemez nitelikte eserlere sahiptir. İstanbul’u simgelemektedir. Zaten Kapoor da bir söyleşide; ”Benim yapıtlarım çok kapsamlı olduğu için, tamamlanmamıştır. Yapıtlarım onu izleyen kişi tarafından tamamlanır. Bu ilişki yapıtı tamamlar”. Demiştir.Salonda biraz daha ilerleyip, birkaç tonluk bir mermerde can bulmuş ”Kaçınılmazlık” adlı yapıtını görünce Nehir Taşları adlı yapıttaki izlenimlerimde haklı olduğumu düşündüm. ”Kaçınılmazlık” adlı yapıtı döllenme sonrası kadın bedenindeki görünümü çok açık bir biçimde simgelemişti.“Arkeoloji ve Biyoloji” adlı yapıtı ise Anıtsallaşmış Erotizm olarak yorumlandı bazı sanatseverlerce.
“Arkeoloji ve Biyoloji” adlı bu eser, görmezden gelinemeyecek kadar büyük boyutlarda, duvar boylu boyunca oyularak, adeta groteskleşmiş /absürd/ sıradışı bir vajina imgesi elde edilmiş. Eserin önünde toplanan seyirciler, insan boyunun sınırlarını çok aşan büyük tapınakların önünde toplanan kalabalıklarla aynı duyguyu paylaşıyor. Gerçek yaşamda tensel, dünyevi ve sıradan olan, yine sanatçının müdahalesiyle kutlu ve yüce bir bağlama oturtulmuş. Bütününden bir operasyonla kesilip alınmış, bir araştırma objesi gibi büyütülmüş ve varlıkbilimsel dönüşüme uğratılarak, gerçekle olan ilişkisi yeniden tanımlanmış bir esere dönüştürülmüş. Anish Kapoor izlenimlerimizi bir sonraki yazıda anlatmaya devam edeceğim.