Ayasofya (2)
Havada asılı gibi duran baş döndürücü kubbesi, oyma mermer sütunları ve eşsiz mozaikleriyle mimarlık tarihinin başyapıtlarından biri olan Ayasofya iki büyük semavi dine ev sahipliği yaptı. Atatürk’ün önerisiyle 1935 yılında müze olarak hizmet vermeye başlayan Ayasofya, İstanbul’da yapılmış en büyük Bizans kilisesidir. Aynı yerde üç kez inşa edilen kilise, dünyanın en eski ve en hızlı tamamlanmış katedralidir. Evrensel bir şaheser olarak bilinmektedir.
Ayasofya avlusuna girince, ilk dikkatinizi çeken, avlunun sağ tarafındaki ”Şadırvan” olmalıdır. 1740 yılında Sultan I. Mahmut tarafından yaptırılan bu şadırvan Osmanlı Mimarisi’nin şaheserleri arasında arasında görülmektedir.
İstanbul’daki en büyük ve en güzel şadırvanlardan biridir. Katedrali eklentilerine,namaz kılmak için gelenlerin abdest gereksinmelerini karşılamak için eklenmiş. Ayrıca, kilisenin cami olarak işlev gördüğü dönemlerde, avlunun bazı bölümlerinde türbeler oluşturulmuş. II. Selim, III. Murat, III. Mehmet, Sultan Mustafa, Sultan İbrahim ve Şehzadelerin türbeleri bulunmaktadır.Sultan II. Selim türbesi,İstanbul türbeleri içinde en güzellerinden biri olup, Mimar Sinan’ın yaptığı 18 türbeden biridir.Türbeler de ziyarete açılmış bulunmaktadır.
Avluda biraz daha ilerlediğimizde, I. ve II. Ayasofya kalıntılarıyla karşılaşırız. Günümüzdeki Ayasofya Katedraline ulaşılmadan önce, I. Ayasofya ve II. Ayasofya dönemlerinin olduğunu öğreniyorum sonraki araştırmalarımdan.
Bizans’ın ilk İmparatoru olan Büyük Konstantin, İstanbul’u, Roma İmparatorluğunun Başkenti, İmparatorluğun bütünlüğünü korumak için de Hristiyanlığı İmparatorluğun resmi dini olarak ilan eder. Birbirini tanımayan milyonlarca kişi arasındaki birliği ve esnek işbirliğini sağlamanın en önemli yöntemlerinden biridir Semavi Dinler.
324-337 yılları arasında tahtta olan Konstantin tarafından kilisenin yapımı başlatılmış ve Birinci Ayasofya kilisesinin açılışı 15 Şubat 360’ta, oğlu Constantin II tarafından gerçekleştirilmiştir.
Birinci Ayasofya geleneksel Latin mimarisi stilindeki bir sütunlu bazilika olup, çatısı ahşaptı ve önünde bir atrium yer almaktaydı. Bu ilk Ayasofya bile olağanüstü bir yapıydı. 20 Haziran 404’te Konstantinopolis Patriği Johannes Chrysostomos’un imparatoriçe Aelia Eudoxia (imparator Arcadius’un eşi) ile çatışmasından dolayı sürgüne gönderilmesinin ardından çıkan isyanlar sırasında bu ilk kilise yakılarak büyük ölçüde tahrip olmuştur.
Eski bir tapınak üzerine inşa edildiği belirtilen bu yapıdan günümüze ulaşan bir kalıntı bulunmamaktadır. İlk kilisenin isyanlar sırasında yakılıp yıkılmasından sonra, imparator II. Theodosius bugünkü Ayasofya’nın bulunduğu yere ikinci bir kilisenin inşa edilmesi emrini vermiş ve İkinci Ayasofya’nın açılışı onun zamanında, 10 Ekim 415’te gerçekleşmiştir.
Mimar Rufinos tarafından inşa edilen bu İkinci Ayasofya da yine bazilika planlı, ahşap çatılı ve beş nefliydi. İkinci Ayasofya’nın 381′de İkinci Ekümenik Konsil olan Birinci İstanbul Konsili’ne Aya İrini ile birlikte ev sahipliği yaptığı sanılmaktadır. Fakat bu yapı da Nika İsyanı olarak bilinen isyan sırasında, 13-14 Ocak 532’de yakılıp yıkılmıştır.
Kilisenin batı kısmında bulunan kalıntıları da gözden geçirdikten sonra, asırlar sonra yeniden kullanılmaya başladığı söylenen kapıdan, Ayasofya’nın dış galerisine giriyorum. Kilisenin batı bölümünü bütünüyle kaplayan dış galeri; dış narteks ya da dış nef olarak da tanımlanmaktadır. Bu bölümün duvarlarında Ayasofya’nın tarihçesini anlatan yazılar, panolar ve kiliseye bağış yapanlarla emeği geçenlerin fotoğrafları bulunmaktadır. Yeterli zamanı olanlar için oldukça aydınlatıcı ve yeterli bilgiler bulunuyor. Ben çok yararlandım. Ayasofya ile ilgili bilgilerim tazelendi.
Dış galeriden iç galeriye 5 kapı ile giriliyor. Bunlardan biri de İmparator Kapısı…İmparator kapısından iç nartekse giriyorum. İç narteks ya da iç galeri olarak tanımlanan koridorun tavan mozaikleri oldukça dikkatimi çekti. Mozaiklerden, sarı renkte parlayanların yapımında altın kullanılmıştı.
İç galeriden de yapının ana bölümüne 9 kapı ile geçilebiliyor. İç narteks bölümünden ana mekâna geçişi sağlayan ve 6. yüzyıla tarihlenen bu kapı Ayasofya’nın en büyük kapısıdır. 7 metre boyundaki İmparator kapısı, bronz çerçeveli olup, meşe ağacından yapılmıştır. Kanatlarının üzeri tunç levhalarla kaplı olan kapı, yalnız İmparator ve maiyeti tarafından kullanılırdı. Doğu Roma kaynaklarında, kapının, Nuh’un Gemisi’nin tahtalarından yapılmış olabileceğinin yanı sıra, Yahudilerin kutsal levhalarının saklandığı sandığın tahtası da olabileceği bilgisi geçmektedir.
İmparator Kapısı üzerinde yer alan Pantaktrator (evrenin yaratıcısı ve tek efendisi) İsa tasvirli mozaikte; ortada İsa, arkalıklı bir taht üzerinde oturmakta, sağ eliyle takdis eder durumda, sol eliyle sayfaları açık bir İncil tutmaktadır. İncilin üzerinde Grekçe ” Barış Sizinle Olsun. Ben Dünyanın Nuruyum” ibaresi yazılıdır. Sağ tarafta madalyon içerisinde Baş melek Cebrail (Gabriel), sol tarafta ise madalyon içerisinde Hz. Meryem tasvir edilmiştir. İsa’nın ayakları dibinde ona secde eder durumda Doğu Roma İmparatorlarından VI. Leon ( 816- 912) yer almaktadır. Mozaik tasvir 10. yüzyıla tarihlenmektedir.
Ayasofya’nın ana bölümüne geçtiğim anda hayallerimin de ötesinde bir mekanla karşılaştım. Gerçekten de ana mekana giren her ziyaretçiyi görkemli ve hayal gücünü zorlayan bir yapı karşılar. İlk adımdan itibaren, kilisenin kubbesi etkisini hemen gösterir.Kubbeden kendinizi alamazsınız. Hayalleri zorlayabilecek büyüklükte bir kubbe, sanki havaya asılı gibi durmaktadır. Kubbe yerçekimine karşı meydan okumakta ve bütün yapıyı kucaklamaktadır. Duvarlar ve tavanlar rengarenk mozaiklerle kaplı olup, yapıya gizemli bir hava katmaktadır.
Ayasofya, mimari bakımdan, bazilika planı ile merkezi planı birleştiren, kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır. Ayasofya, her şeyden önce boyutu ve mimari yapısıyla önem taşır.
Yapıldığı dönemin dünyasında hiçbir bazilika planlı yapı Ayasofya’nın kubbesinin boyutundaki bir kubbe ile örtülmemiş ve böylesine büyük bir iç mekâna sahip olmamıştı. Ayasofya’nın kubbesi Roma’daki Panteon’un kubbesinden küçük olmakla birlikte Ayasofya’da uygulanan yarım kubbe, kemer ve tonozlardan oluşan karmaşık ve yanıltıcı sistem, kubbenin çok daha geniş bir mekânı örtebilmesini sağlayarak, kubbeyi daha etkileyici ve görkemli kılmaktadır.
Taşıyıcı olarak beden duvarlarına oturtulmuş önceki yapıların kubbeleriyle kıyaslandığında, sadece dört taşıyıcı sütuna oturtulmuş bu denli büyük bir kubbe mimarlık tarihinde gerek teknik, gerekse estetik bakımdan bir devrim sayılmaktadır. Orta galeri ya da merkezi mekanın yarısını örten ana kubbe, doğu ve batısına eklenen yarım kubbelerle çok geniş, dikdörtgen biçimli iç mekan yaratacak şekilde öylesine genişletilmiştir. Öyle ki, zeminden bakıldığında, gökyüzüne asılı gibi duran ve tüm iç mekana hakim bir kubbe olarak algılanmaktadır.
![](https://www.mehmetakinci.com.tr/wp-content/uploads/2011/09/AYASOFYA-2011-25-1024x764.jpg)
Orta nefin iç nartekse yakın kısmında Helenistik dönemden kalma, Bergama kaynaklı, Bektaşi taşından yapılma iki büyük küp bulunmaktadır. Bunlar III. Murad döneminde Bergama’da bulunmuş, Ayasofya’ya getirilerek su içme gereksinimlerini karşılamak üzere kullanılmıştır. Küplerden büyük olanı 1200 litrelik bir kapasiteye sahiptir.
Yerçekimine meydan okuyup, havada asılı gibi duran görkemli kubbeden gözümüzü ayırıp, diğer ayrıntılarla ilgilenmeye başlayınca, ana galeriye girişin hemen solunda, kuzeydeki iç galeriye yakın bir kısmında, terleyen sütun ve bu sütundaki dilek deliği görülür.
Ayasofya’nın kuzey batısında, dört köşeli beyaz mermerden oluşan bu sütun,bütün mevsimlerde, durmaksızın terlermiş.Bu nedenle yüz yıllar boyunca “Terleyen Direk” adı ile anılıyor. Günümüzde de insan boyu hizasında bronz levhalarla kaplı, ortasında yüzlerce yıldan bu yana, milyonlarca ziyaretçinin parmağını değdirmesi ile genişlemiş kocaman delik büyük ilgi görüyor. Temelinde tılsım olduğuna hem Bizans’ın, hem Osmanlının inandığı bu direğe “Uğurlu Direk”, Ağlayan Direk”, “Terleyen Direk”, “Hızır’ın parmağını soktuğu direk” gibi isimler yakıştırılmış. Bu ilginç oluşum, bilim adamlarınca incelendiğinde, gözenekli bir taştan yapılan sütunun, zemindeki rutubeti kolaylıkla emdiği görülmüş.Sonra da emilen nem dışarıya verilmekteymiş.
Bu nedenle, ”Terleyen Sütun”daki dilek yeri, hem Hristiyanlar’ca hem de Müslümanlar’ca kutsal olarak biliniyor. Ayrıca Ya Vedut Sultan’ın yürekler yakan “ahı”nın ateşinden bu sütunun terlediği de anlatılıyor. Evliya Çelebi’nin belirttiği göre; Hz. Muhammed’in tükürüğü, Mekke toprağı ve zemzem suyu ile yapılan harç, , burada kullanılmış, Harç’ın neminden ötürü de sütun sürekli terlemeye başlamış. Kutsal sayılıp, ziyaretçilerin dilek için uzun sıralar oluşturduğu delik yanına gelenler, sağ baş parmaklarını deliğe sokup merkez noktasından saat ibresi yönünde tam bir tur yapacak şekilde daireyi tamamlama sırasında dileklerini içlerinden geçiriyorlar. Bu sırada baş parmakta nem hissedilirse dileğin tutacağına inanılıyor. Terler Sütundaki dilek deliği günümüzde öylesine ün kazanmış ki Ayasofya’yı ziyaret eden turist grupları dilekte bulunmadan müzeden ayrılmıyorlar.
Ayasofya’nın ana mekanının muhteşemliğinin en iyi görülebileceği yer, üst galeri ya da nartekslerdir. Üst kata alt kattaki iç narteksin batı ucunda yer alan bir kapıdan geçilerek, irili ufaklı taşlarla “arnavut kaldırımı” tarzında döşenmiş bir rampadan çıkılır. Sarmal bir biçimdeki rampa 7 halka yaparak üst kata ulaşır. Bu rampa imparatoriçenin tahtıyla sarsılmadan taşınmasına merdiven basamaklarına kıyasla büyük bir kolaylık sağlamaktaydı. Rampa duvarlarında yer yer eski tuğla kemerler görülür. Bizans döneminde de Osmanlı döneminde de üst kat daima kadınlara ayrılmıştı.Eğimin oldukça küçük olduğu rampalardan çıkarak, kuzey üst galeriye ulaştım.
Kuzey üst galerisinde, Ayasofya’nın mozaiklerinin ve çeşitli kısımlarının büyük boy fotoğrafları sergilenmektedir. Nefin doğu ucundaki bitiminde, solda aşağı kata iniş rampası bulunur. Sağda ise, güney nefinin ucundaki girintinin simetriği tarzında bir girinti yer alır. Buradan bakıldığında tam karşıda, absidin üst kısmı ile yarım kubbe arasındaki kemerde Cebrail’i tasvir eden mozaik görülür. Mozayik buradan, alt kattan görülme derecesine kıyasla daha iyi ve daha yakından görülebilmektedir.9. yüzyıla tarihlenen bu mozaikte kanatları ile tasvir edilmiş başmeleklerden Cebrail, sol elinde bir küre tutar halde tasvir edilmiştir.
Üst kuzey galerideki Ayasofya’nın mozaiklerinin ve çeşitli kısımlarının büyük boy fotoğraflarını izleyip, ana galerinin fotoğraflarını da çektikten sonra, üst güney galeriye geçiyoruz.Burasının diğerlerinden oldukça farklı olduğunu görüyoruz. Vikipedi’den edindiğim bilgilere göre;Törenleri izlemek üzere Ayasofya’ya gelen imparatoriçe, üst kata çıkarılır, törenleri maiyetindekilerle birlikte, üst katın güney nefindeki “imparatoriçe locası”ndan izlerdi. İmparatoriçe locasından günümüze ulaşan kısımlar mermer başlıklı iki küçük yeşil porfirden yapılma sütun ve zemindeki, imparatoriçenin tahtının konacağı yeri göstermek üzere yerleştirilmiş dairesel yeşil porfir taşından oluşur. Buradan binanın alt katı ve iç mekânına hakim bir bakış açısı elde edilebilmektedir.
İmparatoriçe locasının az ilerisinde, üzerlerindeki anahtar kabartmalarından dolayı “cennet ve cehennem kapısı” olarak adlandırılan, vaktiyle bir kapı içerdiği sanılan, duvarlara sabitlenmiş iki mermer blok görülür. Bu bloklar üzerinde yaşam ağacı, balık gibi semboller içeren küçük kabartmalar bulunur. Kilise temsilcileri synod adı verilen toplantıların yapılacağı odaya gitmek üzere bu kapıdan geçerlerdi.
Bu bölümde, Ayasofya’nın dünyaca ünlü mozaikleri bulunmaktadır.Üst katın neflerinde tavanı kaplayan, insan figürü içermeyen mozaikler Osmanlı döneminde yağmur suyundan tahrip olduğundan, 19. yüzyılda Osmanlı sultanı Abdülmecit bunları onarılmasını emretmişti. Fakat mozayik sanatı 19. yüzyılda unutulmuş bir sanat durumuna geldiğinden, İtalyan Fossati kardeşler, Sultana bunları onaramayacaklarını belirtip, başka bir çözüm önerisinde bulundular.
Çok tahrip olan mozaikler sıvayla kaplandı ve altta kalan mozaik motifleri bu sıva üzerine resmedildi.Cennet ve Cehennem kapısı geçildikten sonra, sağ tarafta yer alan duvarda, 12. yüzyıldan kalma,1261′de yapıldığı sanılan, “Deisis” olarak adlandırılan bir mozaikle karşılaşırız. İsa’nın, Kıyamet Gününde, İnsanlık için Tanrı’dan niyaz dileyen mozaik’ten kalanlar yandaki resimde görülmektedir. Güney Galeride Deisis Mozaiği: Ayasofya’nın mozaikleri arasında hiç kuşkusuz, en ünlüsü Deisis kompozisyonu dur. Deisis, yani mahşer günü İsa’dan Meryem ve Loannes Prodromos’un insanlık için yardımcı olmasını dilemeleridir. Mahşer Kompozisyonunun ortasını meydana getiren üçlü kompozisyonda ortada büyük bir İsa ekseni teşkil eder. Üçlü grubun ikinci şahsı Meryem’dir. Diğer yanda ise Vaftizci Yahya bulunmaktadır.
Güney üst nefinin doğu ucunda, sol tarafında yine alt kısımları tahrip edilmiş iki mozaik yer alır.1122′ de yapılmış olan ilk mozaikte; Meryem ana ve kucağında çocuk İsa, sol tarafında İmparator II. Comnenus, sağında ise İmparatoriçe İrene yer alıyor. İrene’nin takdim ettiği rulo, kiliseye yapılan bağışları gösteriyor. İmparatorun sunduğu deri kese ise kiliseye yapılan altın yardımını anlatıyor. Macar asıllı İmparatoriçenin, açık ten ve saç rengi ile, ırk özellikleri açık bir biçimde görülmektedir. Mozaiğin 90 derece açı yaparak yan duvarda devam eden kısmında imparatorun veremden ölen oğlu Aleksios tasvir edilmektedir. 11. yüzyıldan kalma diğer mozaikte ortada İsa yer alır.
Bizans mozaik sanatında genellikle, İsa baştaki haleye bir haç iliştirilerek tasvir edilir ve ayrıca mozaiklere kimlikleri açıklayıcı yazılar eklenir. Bu bakımdan Bizans mozaiklerinde kimliklerin teşhis edilmesinde zorluk çekilmez.Bu mozaikte bize göre; ortada tahta oturmuş İsa yer alırken, sağında İmparatoriçe Zoe bulunmaktadır. İsa’nın solunda ise İmparatoriçenin üçüncü kocası Konstantin Monomakhos bulunmaktadır. Kostantin’in kafası ve üstündeki yazılar sonradan eklemedir. Orijinal mozaik İmparatoriçenin ilk kocasına ait olup, Kostantin ile evlendiğinde kazınmıştır. Bu mozaik panoda, imparatorluk ailesinin kiliseye şükranları ve bağışları sembolize edilmektedir.
Ayasofya’dan dışarıya iç narteksin güney ucundaki kapıdan çıkılır. Bu çıkış kapısının üzerine yerleştirilmiş 10. yüzyıldan kalma bir mozaik bulunmaktadır. Mozaikte ortada çocuğuyla birlikte Meryem Ana yer alır. Meryem Ana değerli taşlarla süslü bir tahttadır. Koyu lacivert bir kaphoriun giyen Meryem Ana’nın başörtüsünün kenarlarında altın yaldızlı bir şerit, alnında ve omuzlarında da altın yaldızlı haç bulunmaktadır.
Olgun bir insanın yüz hatlarıyla tasvir edilen “çocuk İsa” sağ eliyle vaftiz işareti yapmakta ve sol elinde “malik olma”yı simgeleyen bir rulo tutmaktadır. Solda Üçüncü Ayasofya’yı inşa ettiren Jüstinyen Meryem Ana’ya Ayasofya’nın bir maketini sunar halde tasvir edilmiştir. Bu Ayasofya maketinde kubbenin üzerinde bir haç bulunduğu görülmektedir. Sağda ise Konstantinopolis’in kurususu sayılan Roma imparatoru Büyük Konstantin Meryem Ana’ya surlarla çevrili Konstantinopolis bir maketini sunar halde tasvir edilmiştir.
Yorumlar kapalı.