Bir Sanatçının İzinde-Mario Prassinos
2008 yılı sonlarına doğru SSM Sakıp Sabancı Müzesi’nin ”İstanbul’da bir sürrealist: Salvador Dali” adlı sergisinde izleme olanağı bulmuştum. Benzer bir serginin Pera Müzesi’nde sergilendiğini öğrenince, ‘’Sürrealizm’’ konusundaki bilgilerimin de tazelenmesi amacıyla Pera’ya gittim. Mario Prassinos da Sürrealizm akımının önemli temsilcilerinden biriydi. 1934’te, henüz 18 yaşındayken sürrealistlerle tanışan Prassinos, 1937’de Dali ve Picasso ile L’Art Cruel sergisine davet edilmişti.
20. yüzyılın en önemli sanatçılarından ve sürrealizmin, yani gerçeküstücülük akımının temsilcisi Salvador Dali’de olduğu gibi Mario Prassinos’un da esin kaynağı düşler, korkular, hayaller ve muhteşem belleğinde oluşturdukları olmuştur.
Mario Prassinos sergisi, İstanbul’da Rum, sanatçı bir ailede dünyaya gelen Mario Prassinos’un Paris’te 20. yüzyıl avangartları/öncüleri arasında başlayan sanatsal kariyerini konu alıyor. Sanatçının resimlerden kitap illüstrasyonlarına/bezemelerine ve dokuma örneklerine, portrelerden gravürlere uzanan farklı eserlerini bir araya getiren sergi, Prassinos’un çarpıcı ve özgün karakterini, sürrealizmle başlayıp realist bir anlayışa yönelen üslubunu ortaya koyuyor. Seza Sinanlar Uslu küratörlüğünde düzenlenen sergi ile 20. yüzyılın bu özgün ve Türkiye için gizli kalmış sanatçısı, doğumunun 100. yılında, doğduğu semt olan Pera’ya eserleriyle geri dönmüş.
1916 yılında İstanbul Pera’da Rum-İtalyan ve sanatla iç içe bir ailede dünyaya gelen Mario Prassinos, 6 yaşında ailesiyle Fransa’ya göç ederek, Nanterre’e yerleşir. Gençlik yıllarında Avrupa’da, sanatta, özellikle resimde sürrealizm etkilidir. Akademik bir sanat eğitimi almamış olmasına rağmen, sürrealizme uygun olarak, düşlerine biçim vermeyi resimle sürdürür.
1945 sonrasında kolektif çalışmalara yönelen Prassinos, 1940-1950’lerde, kitap illüstrasyonları ile tiyatrolar için dekor ve kostüm çalışmaları gerçekleştirir. 1950-60’larda Güney Fransa ve Spetses adasında doğayla iç içe daha bireysel deneyimler kazanır. 1970 ve 80’ler ”Türk Peyzajları” ve ”Ağaçlar” serisine yoğunlaştığı yıllardır. 1985’te hayata veda ettiğinde 69 yaşındadır. Pek çok sergiyi geride bırakmış, farklı tür ve tekniklerle hayli çarpıcı ve güçlü eserlere imza atmış özgün ve güçlü bir sanatçıdır.
Yapıtlarında rüyalarını, doğayı ve anılarından süzülen imgeleri ilişkilendiren Prassinos’un sanatsal çizgisi belleğinin izinde şekillenmiştir. Resim, incelikler içeren bir oyun ve bir anlama aracıdır O’nun için. İzleyiciye, sanatçının gizli imgelerle örülü özgün hikâyesini sunar. Bazen bir tepenin etekleri kaligrafik bir görünümle, mürekkep olup damlar tuvallerine. Bazen de suretler düğümlenir dokumalarında. Yaşamın en çıplak açıklamasıdır eşsiz siyah-beyaz ağaçları.
Mario Prassinos Pera Müzesi’ndeki bu sergiyle, doğumunun 100. yılında, hikâyesinin başladığı İstanbul’a ve doğduğu semt Pera’ya, belleğinde götürdüklerini paylaşmak üzere, eserleriyle geri dönüyor.
Belleğin İzinde
Sürrealizm yani Gerçeküstü akımın lideri olarak da anılan Normandiyalı Andre Breton 1924’te sürrealizm manifestosunu yazdığında Prassinos henüz 8 yaşındaydı. Yeni bir ülkede, yeni bir dil öğreniyor ve yeni alışkanlıklar kazanıyordu. Ne var ki rüyalarının ve bilinçaltında saklı kalanların peşine düşmesi çok uzun sürmeyecekti.
1934’te, henüz 18 yaşındayken sürrealistlerle tanışan Prassinos, 1937’de Dali ve Picasso ile birlikteL’Art Cruel sergisine davet edildi. Bu serginin hemen ardından da ilk kişisel sergisini Gallerie Billiet-Vorms’da açtı.
Küçük boyutlu bu çalışmalarında Prassinos köşeli formları tercih ediyor, çizgiyi ve deseni öne çıkarıyordu. Savaşçı resimlerinde devam eden köşeli yüzlerin yanında metal bir zırha bürünmüş eller ve onlara eklenen duman ya da sesi temsil eden çizgisel efektler öne çıkıyordu. Bütününde ise resimler, yaklaşan savaşa ve yükselen faşizme karşı sanatsal bir protesto anlamı taşıyordu.
Portreler: Kayıp Anıların Peşinde
Yaratıcılığının kaynağını belleği olarak gören Mario Prassinos’un kariyerinde portreler özel bir yere sahiptir. Zira sanatçı birinin resmini yapmak için fiziksel benzerliği hedeflemediğini, o kişiye dair zihninde oluşan anılara gereksinim duyduğunu söyler. Prassinos, özgün bir yaklaşımla, hiç tanımadığı Bessie Smith’i çalışırken önce bu caz sanatçısına dair öğrenebileceği her şeyi öğrenerek kendisi için bir Bessie imgesi oluşturmuş, sonra da bu imgeyi tuvale yansıtmıştır.
Dedesi Pretextat Lecomte ise dönemin kozmopolit Pera’sında resim ve mozaik çalışmalarının yanı sıra gazetelerde sanat yazılarıyla tanınan, Alexandre Vallaury, Şeker Ahmet ve Osman Hamdi gibi entelektüellerle dost, renkli bir karakterdir. Prassinos içinse öncelikle çocuk gözüyle İstanbul’daki evlerinin dekorunda canlandırdığı bir figürdür.
Edebiyat öğretmenliği yaparken bir yandan da resim ve fotoğrafla ilgilenen baba Lysandre Prassinos’u, Rum halk dilini savunan devrimci duruşu ve sonunda sürgün yaşamaya mecbur kalışı Prassinos’u etkilemiştir. Mario Prassinos tuvalinde bir erk, bir ata figür olarak babasını resmettiğini ancak yıllar sonra itiraf edecektir.
Camın önünde, ışık arkadan gelirken, o odanın dibinde oturan yaşlı adam: Arkasındaki perde, tığ işi büyük perde büyük bir önem kazandı. Pretextat onun önünde siyah takkesiyle, yüzünün açık renk lekesiyle, üstündeki bir tür robdöşambrının büyük kara lekesi beliriyordu.
Ben İsa’yı çizmedim. Ne var ki Torino’daki kutsal kefenin, o antik fotoğrafın bu çalışmada etkisi yok değil. Babamı da çizmedim(…). Resimlere bir süre baba Kesin olan o ki, bu yüzler bir takım takıntıları yansıtıyorlar. Kendini arayan bir imge onlar.” KEFEN(1976)
Düğümlerin Dansı
1941’de Paris’te villa Seurat’ya taşındıklarında Mario Prassinos’un komşuları arasında dokuma çalışmalarıyla tanınan Jean Lurçat da vardı. Lurçat bir süre sonra Prassinos’u yün ipliklerle tanıştıracaktı.
Dokuma yapmak için önce kâğıt üzerine desen çiziliyor, sonra ipliklerin renk kartelâsındaki kod numaraları o an için sadece tasarımcının zihninde gerçekleşen bir tür ön izlemeye dayalı olarak kâğıda yazılıyordu. Prassinos gibi hafızasını iyi kullanan biri için dokumalar yeni bir oyun gibiydi. Yer yer kaligrafik ifadeler beliren dokumalarında bazen diğer eserlerinde kullandığı desenleri tekrar ediyor, bazen de ”Turquerie, Türk Gülü” gibi verdiği isimler aracılığıyla geçmişi çağrıştıran imgeleri ortaya çıkarıyordu.
Dövmeli Tepe
1951 yılında Mario Prassinos eşi Yolanda ile Avignon’un güneyinde yer alan Eygalieres’e yerleşir. Her sabah evden çıktığında karşılaştığı o kıpırtısız model; kendinden dövmeli bu tepe Prassinos’u etkisi altına alır. Ressamın tepe çizimlerini yaparken yaşadığı mücadele Prassinos için hem bir iç konuşmayı hem de bir sorgulamayı içerir. Ve sonunda ressamın mürekkebe bulanmış fırçasıyla yer yer kaligrafik bir ifade kazanan çarpıcı ”Alpilles Serisi” ortaya çıkar.
” O körü, o sağırı, o dilsizi konuşturdum. Onu imgelerle kapladım. Her geçen yıl ilişkimiz daha yakınlaştı. Her karmaşa, takıntı haline gelen gösterisiyle bendeki ona can verme arzusu arasında bir savaş alanına döndü. O kırıkların, yıllar geçtikçe o büyüyen çalıların, hafif hafif daha derinleşen o yırtıkların hepsi noktalar ve akıntılar, mürekkep ve kâğıt oldu. Tepe de benim koskocaman desenime dönüştü. Benim oldu.”(1983)
Farklı Teknikler Farklı Tasarımlar
1934’ten itibaren, özellikle sürrealist yayınlarda illüstrasyonlar yapan Prassinos, 1940’larda Henri Parisot editörlüğünde Altın Çağ koleksiyonunun da kitap kapaklarını hazırlamıştır. Aynı dönemde Gallimard Yayınevi’nin çıkardığı La Nouvelle Revue Française koleksiyonu için de birbirinden çarpıcı 205 kapak maketi tasarlar. Bu koleksiyonda kimler yoktur ki: Apollinaire, de Beauvoir, Breton, Camus, Faulkner, Hemingway, Kafka, Rimbaud, Sartre…1952 yılında Edgar Allan Poe’nun Kuzgun adlı kitabı için hazırladığı illüstrasyonları ise hiç kuşkusuz tüm tasarımları içinde en ilgi çekenleridir.
Prassinos’un gravür ve serigrafileri hayli ilgi çekici isimler taşır. Su Gecesi, Gece Bahçesi, Deniz Gecesi gibi… Gecenin, suyun ve güneşin hareketi gibi doğaya göndermeler taşıyan bu çalışmalar, renk egemenliğinde kendini gösteren özgün kompozisyonlardır.
Servilerden Türk peyzajlarına
Prassinos’un sanatında en ilgi çekici temalar arasında serviler, ağaçlar ve Türk peyzajları gelir. İstanbul’daki evlerinin terasına her çıktığında gördüğü Üsküdar’daki servi korulukları ya da Petits Champs’daki ağaçlar Prassinos için çocukluktan kalan güçlü imgeler olsa gerek. Toprağı kavrayan kökleriyle beraber güçlü bir anlam içere ağaçlar, ressamın imgeleminde benzer bir metaforla kendi var oluşunu da düşündürür.
Azap Resimleri serisindeki ağaçlar ise yaşamının sonuna geldiğinin ayırdında hazırladığı kompozisyonlar olması bakımından önemlidir. Burada görülen eskizler St. Remy de Provence’taki Notre Dame de Pitie Şapeli’nin içinde yer alan resimlere ait olmakla beraber Prassinos’un son çalışmalarıdır.
Birbirine yaslanan yapraksız, dikenli, sanki kurumakta olan üç ağaç eskizinde ressam, izleyiciye hayatın bittiği yerde, toprakta yeniden doğacak yaşamı işaret eder gibidir.
Kaynaklar:
- http://www.peramuzesi.org.tr/
- Müzedeki bilgilendirme yazıları