Paris Petit Palais ve Grand Palais Müzeleri
1861 de yazdığı “Sefiller” romanında, Victor Hugo yüzlerce sayfayı Paris’in varoşlarının ürpertici yaşamına ayırmıştır. “Burası korkunç bir yerdir. Burası karanlıkların kuyusudur. Körlerin çukurudur burası. Cehennemin ta kendisidir…
Paris’in varoşları diyebileceğimiz bu kenar mahallelerin tenhalığını tanıyan herkes, en umulmadık kimsesiz bir yerde, bir çitin ardında veya bir duvar dibinde toplanmış çocuklar görmüştür. Bunlar yoksul ocaklarından kaçmış çocuklardır. Kenar sokaklar onların dünyasıdır; orada nefes alabilirler… Kötü alınyazıları buralardan doğar. Buna acı tabiriyle, Paris’in kaldırımlarına atılmak denir”.
Victor Hugo, aynı romanda, burjuva evini ve mahallesini de ayrıntılı olarak tasvir ederek, toplumsal kesimler arasındaki ayrımı, içinde yaşadığımız döneme göre çok daha kesin, hiç bir “nesnel” incelemenin yapamayacağı kadar dehşet uyandıracak biçimde belirler.
Emile Zola’nın romanlarında sıkça tasvir ettiği gibi; Paris sokaklarındaki bitmek bilmeyen çamur, kötü koku ve gürültüler, sağlıksız koşullar sonucunda ortaya çıkan kolera, günümüz “Modern” Paris’ini meydana getiren bu yeniden planlama sürecinde etkili olmuş.
1853 yılında Seine Bölgesi Valisi olan Baron Eugene Haussmann’ın İmparator III. Napolyon’dan da aldığı destekle, mevcudu düzeltmek yerine, kenti yıkıp yeniden inşa etme yolunu tercih etmiş. Yenileme çalışmaları 17 yıl sürmüş. Haussmann planlarında yıkılan binaların yerine, aslına uygun olanların yapılmış olması Modern Paris kentinin ortaya çıkışını sağlanmıştır.
Dünyada en çok ziyaret edilen ve bir marka olan Paris, ‘’Nasıl oldu da bu sonuca ulaştı?’’ sorusuna yanıt bulabilmek için Baron Haussmann ve bıraktığı eserlerden hiç olmazsa bir kısmını gezerek görmemiz gerekiyordu.
Haussmann’ın eserlerinden biri olan Rivoli Caddesi’nden hareketle, 1850-1870 yılları arasındaki kentsel dönüşümün bir ürünü olan Opera Caddesi’ne girdik. Başta Opera binası Palais Garnier olmak üzere, Haussmann Caddesi üzerindeki Galeries Lafayette ve Place de la Madeleine’ de bulunan Anıtsal Madeleine Kilisesi görülüp, fotoğrafladık. Sonra da Franklin D. Roosevelt’e ulaştık.
Franklin D. Roosevelt’te bir süre dinlendikten sonra; Büyük Saray ve Küçük Saray olarak bilinen Grand Palais ve Petit Palais yapılarının bulunduğu bölgeye gittik…
1900 yılındaki Evrensel Sergi’ de Fransız sanatını tanıtmak için yapılan Petit Palais, 1902 yılında müzeye dönüştürülmüş. Paris Güzel Sanatlar Müzesi’ne ev sahipliği yapmaktadır. Paris Güzel Sanatlar Müzesi’nin, Avignon Okulu’nun yanı sıra, İtalya Rönesans resimlerinin olağanüstü bir koleksiyonuna sahip olduğunu öğreniyoruz.
Yine edindiğimiz bilgilere göre; Papaların 1309-1337 yılları arasında Avignon sürgünü sırasında aynı kentte gelişen ve İtalyan sanatının Fransa’yı etkilemesini sağlayan resim ekolü, Avignon Okulu olarak biliniyor. Papalık Sarayı’nın Avignon’a taşınması, başta Simone Martini olmak üzere, pek çok ünlü sanatçının bu kente taşınmasını sağlamış. Papaların Roma’ya dönüşünden sonraki uzun yıllarda bile Avignon Okulu etkinliğini sürdürmüş.
Her yıl 2 milyondan fazla ziyaretçi kabul etmekte olan müzeyi, zamanımızın kısıtlı olması nedeniyle, gezme olanağı bulamadık ama çok miktarda fotoğraf çektik. Asıl dikkatimizi çeken ve hayranlığımızı bir kat daha arttıran ise karşısındaki Grand Palais oldu. Büyük Saray olarak anıldığına bakmayın, 1900 yılındaki Evrensel Sergi için hazırlanan en görkemli yapılardan biri…
Yılda ortalama 40 etkinliğe ev sahipliği yapmakta olan bu yapı 72 000 metrekare alana yayılmış olup, ana salonu 13 500 metrekare cam tavan ile kaplanmıştır. Avrupa’nın en büyüğüdür. Binada çelik, cam ve taş birleştirilerek olağanüstü bir mimari yapı ortaya çıkmış.
Cepheler 40 çağdaş sanatçı tarafından düzenlenmiş. Çok renkli mozaik frizler ve seramik, süs eşyaları ve anıtsal grupların heykelleri ile dekore edilmiş. İkinci Dünya Savaşı’nda hastane olarak kullanılmış. Savaşın sona ermesinin ardından, Paris kurtuluşu kutlarken, çıkan yangında çatı bütünüyle yanmış. 2001-2004 yıları arasında gerçekleştirilen restorasyonla bu günkü durumuna getirilmiş.
Binanın görkemine ve şehrin tam ortasında tüm heybetiyle yükselişine hayran kaldığımız bu yapının dış cephesi kadar, dev çelik-cam çatı formundan da çok etkilendik. Barok ve Klasik mimari tarzındaki bu binada her yıl belirli aralıklarla çok farklı konularda sergiler düzenlenmekteymiş. Yılda ortalama 40 sergi düzenlenen Grand Palais’i, yılda ortalama 2 milyon ziyaretçi geziyormuş.
Sergilenen eserler kadar bu binanın içinde olmak, 6.000 tonluk muhteşem cam ve çelikten yapılmış çatısını görmek için bile ziyaret etmeye değer bir mekân. Önemli bir etkinlik gerçekleştiriliyor olmalıydı ki oldukça uzun bir ziyaretçi kuyruğu vardı. Zaman darlığından ötürü içeri giremedik.
Dillere destan köprülerden biri olan III. Alexandre Köprüsü’nü geçerek Les İnvalides bölgesine geçtik…