İvrizli olarak ilk yarıyıl tatilim
6 Şubat 1959 Cuma, Misli (Konaklı)…
Kendinizden uzağa, çok uzaklardaki gitmek istediğinizde, denk gelir de yükseklerden uçan bir kuş ya da kuşlar sürüsünü görürseniz, sürüye karışmak ister sonra da sevdiklerinizin olduğu yere, dersiniz. Anne, babanız, kardeşleriniz, varsa sevgiliniz, bazen de doğduğunuz yerdir sevdikleriniz. Böyle bir havadaydım boşalmış sınıfta. Öyleydim çünkü tatil başlamıştı… Sevdiklerimin yanına gitmek istemiştim.
İvriz İlköğretmen Okulu’nda, 1958-59 Eğitim ve Öğretim yılının birinci yarıyılı başarıyla sonuçlanmıştı. Karnelerimiz dağıtıldığında bütün derslerden on üzerinden on almıştım. İvriz’deki ilk yılım bu karne ile taçlanmıştı. Çok mutluydum. O anda Hatice Teyzeyi, Osman’ımın bayramlık pantolon parası olan 10 lirayı ikiletmeden bize vermesini düşünmüştüm. Bize verdiği 10 lira Niğde’deki sınavlara katılmamızı sağlamıştı. Kazanmış ve İvrizli olmuştum. Bunları düşününce gözlerim buğulanmış, sevdiklerim içinde yer alan Hatice Teyzeyi minnet ve şükranla anmıştım.
Hatice Teyzeyi de anımsayınca çok duygulanmıştım… Tatile çıkan arkadaşlarımın neredeyse okulu boşaltmış olmalarının da bunda payı olmuştu. Oysa benim Ereğli’den kalkacak olan trenime daha 6 saat vardı. Ulukışla üzerinden, aktarma yaptıktan sonra, Kayseri yönünde Hüyük İstasyonuna, sonra da Misli Köyüne gidecektim. Annemle birlikte kardeşim Mustafa köyde, babam Mersin’de iş peşindeydi.
Böyle duygulu bir anda elime mandolinimi alarak, beni biraz daha duygulandıracak olan ‘’Uçun kuşlar uçun İzmir’e doğru. Anadan babadan yardan bir haber yok mu?’’ mısralarını mırıldanmaya başlamıştım. Müzik öğretmenimiz Kemal Çuhalılar’ın tavizsiz uyguladığı program sonucunda hem mandolin çalmasını öğrenmiş, hem de bazı türküleri çalıp, söylemeye başlamıştık. Çalmaya ara verdiğimde ise bir başka sevdiğim yer, doğduğum yer olan Bulgaristan’daki Karagözler Köyü ve Sakar Balkan aklıma gelmişti. Mandolinimi tekrar akort ederek Rıza Tevfik Bölükbaş’ının bir dörtlüğünü biraz değiştirerek mırıldanmaya çalışmıştım.
Uçun kuşlar uçun doğduğum yere;
Şimdi Sakar Balkanda mor sümbül vardır.
Ormanlarının koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.
Bu mısraları hakkıyla söyleyememiştim ama olsun du… Niyet önemliydi ve ben mutlu olmuştum… Derken okulu dolaşmakta olan nöbetçi öğretmenimiz Hüseyin Seçmen girmişti mandolin çalmakta olduğum sınıfa. ‘’Hayrola Mehmet, sen niye gitmedin? Okulda mı kalacaksın?’’ Demişti. ‘’Hayır, Öğretmenim, trenimin kalkmasına zaman vardı. Mandolin çalma yetkinliğimi geliştirmeye çalışıyorum fırsattan istifade.’’ Demiştim. İyi yolculuklar dileyip, gezmesini sürdürmüştü.
İvriz İlköğretmen Okulu’nda yarıyıl tatillerine gidemeyenlerin okulda kalma olanakları vardı. Nasılsa işleyişin büyük bir bölümünü öğrenciler üstleniyordu. Okulda kalan bu öğrenciler bir bakıma okul idaresinin işleyişine de katkıda bulunmuş oluyorlardı tatile gitmeyen öğretmenlerle birlikte.
Nöbetçi öğretmenimiz Hüseyin Seçmen’in ayrılmasından sonra mandolini Müzikhanedeki yerine koyup, tahta bavulumu hazırlamıştım. Neler koymuştum tahta bavuluma? Sisler arasından hatırlamaya çalışıyorum. İvriz’de sürekli çalışan terziler ve atölyeleri vardı. Elbiselik kumaşlar okul yönetimi tarafından ihale ile alınır, terzilerimiz de bir prova sonrasında takım elbiselerimizi dikerlerdi Gömleklerimiz için de aynı yöntem uygulanırdı. Ayakkabılarımız ünlü ‘’Beykoz Kundurası’’ idi. 1810 yılında tabakhane olarak kurulan Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası İstanbul’un en eski fabrikalarından biriydi. Kunduralarımız Beykoz’dan temin edilirdi. Hem taş gibi sağlam hem de oldukça ekonomikti.
Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası Osmanlı ve Türk ordusuna ayakkabı deri ürünlerinin tedarikini sağlamaktaydı. Osmanlı İmparatoru II. Mahmut döneminden Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ve birçok tarihi olaya şahitlik yapan fabrika 1933 yılında Sümerbank’a devredilmişti. O zamandan bu yana hafızalarımızda asla eskimeyen sağlam Sümerbank ayakkabıları olarak yer edinen deri kunduralarının üretimini gerçekleştirmişti. 1980′li yıllarda sadece orduya üretim sağlayan fabrikada, üretim 1999 yılında durdurulmuştu. 2004 yılında da özelleştirme kapsamında ise Yıldırım Holding’e satılmıştı.
Tahta bavuluma takım elbisemi, gömleklerimi, kravatım ve okul kütüphanesinden aldığım birkaç kitabı da koymuştum. Bavulumu hazırladıktan sonra, ayağımdaki Beykoz kunduralarıyla, yaklaşık 12 km uzaklıktaki Ereğli’ye kadar yürümüş, bir saat bekledikten sonra da Ulukışla’da aktarma yapacak olan kara trene binmiştim. Yaklaşık 75 km uzaklıktaki Ulukışla’ya bir buçuk saatte ulaşmış, Adana’dan gelecek olan Toros Ekspresini bir saat bekledikten sonra Kayseri’ye doğru hızla yol almaya başlamıştık. Yaklaşık 120 km uzaklıktaki Hüyük İstasyonu’na da bir saatte ulaşmıştı Toros Ekspresi.
Hüyük tren istasyonu ile Misli Köyü arasında yaklaşık 6 km uzaklık vardı. Üstelik benden başka köye gidecek olan da yoktu. Güneş batmak üzereydi. Kar yağıyor ve kuvvetli bir rüzgâr esiyordu. Bir, bir buçuk saatte ulaşırım diyerek yola düştüm. Köye yaklaştıkça kar kalınlığı ciddi oranda artmıştı. Bata çıka ilerliyordum. Şiddetli rüzgâr yüzüme kamçı gibi vuruyorsa da Beykoz kunduraları ayaklarımın üşümesini de engellemişti. Önemli olan ayakların üşümemesiydi. İlerledikçe üşümek şöyle dursun, zorlu çabalarımdan ötürü terlemeye bile başlamıştım. Bunda İvriz’deki kar ve kar fırtınalarından şerbetli olmamızın etkisi de olmuştu.
Normal şartlarda bir saatte ulaşmam gereken köye iki saatte ulaşmıştım. Köy karanlıktı, tek tük bazı evlerden ışık sızıyordu. Köyün köpekleri de havlamaya başlamıştı. Bereket köpeklerle aram iyiydi. Evimizin köpeği de beni tanımıştı. Evimizin kapısını çalmıştım kan ter içinde. Karda kışta, hele o saatte, kimseyi beklemedikleri için kapı bir süre açılmadı. Tekrar kuvvetlice çalınca ‘’Kim o bu saatte?’’ Diyen kardeşimin sesini duymuştum. ‘’Ben Abin Mehmet…’’ Deyince kapı açılmıştı. Kardeşim boynuma sarılıp ‘’Hoş geldin Abi’’ demiş, annem de arkadan yetişerek hasretle bana sarılmıştı. Hasret giderdikten sonra annem ‘’Karnın aç mı yavrum? Biraz çorba vardı, ısıtayım mı?’’ Demişti. Sobaya yakacak olarak birkaç tezek atıldıktan sonra üzerine konulan çorba ısıtılarak açlığım bir nebze de olsa giderilmişti.
Evimiz İvriz’deki yatakhanelerimizi andırıyordu ısıtılma konusunda. Odun ve kömür yoktu. Yakacak olarak saman ve tezek kullanılıyordu. Üstelik yeterli miktarda yakıtımız da yoktu sanıyorum. Çok zorunlu olmadıkça soba yanmazdı. Annemle kardeşim alışmışlardı bu duruma. Ben de İvriz’den alışıktım yatakhane ve yemekhanemizde soğuklarla haşır neşir olmaya. Bir süre sohbet ettikten sonra kendimizi daha korunaklı olan yorganların altında bulmuş ve kısa sürede de uyumuştuk.
Sabaha karşı, tanyeri ağarmakta iken, sidik torbam dolmuş olarak uyanmıştım. Tuvalete gitmem gerekiyordu. Dışarıdan rüzgârın uğultusu geliyordu. Bir an için nerede olduğumu anımsayamamıştım. Ranzanın demirinde tutunmak istedim ama bulamadım. Yer yatağındaydım… Nasıl olmuştu da yer yatağına girmiştim. Biraz toparlanınca İvriz’de olmadığımın farkına varmıştım. Misli Köyünde, annem ve kardeşimle evdeydim. Çevreme bakındım gözlerimi ortama alıştırmak için. Odamızdaki tek pencerenin de camı buz tutmuştu. Dışarısı görünmüyordu. El yordamıyla kapıyı buldum.
Sırtıma bir hırka geçirdikten sonra evden dışarı çıktım. Tuvalet evin dışında, yaklaşık 10 metre uzaktaydı. Dışarıdaki rüzgâr uğultusunu nedeni, kar fırtınasının başlamış olmasıydı. Birden İvriz’deki kar fırtınaların anımsadım, bereket köyde o kadar şiddetli değildi. Tuvaletimi yaptıktan sonra kendimi tekrar yorganın altında buldum, biraz daha uyumak istiyordum. Çok yorulmuş olmalıydım ki anında uyumuştum.
Bu gün 17 Ocak 1959 Cumartesi günü…
Annemin sevecen sesiyle uyandım. ‘’Hadi kalk yavrum, kahvaltı hazır.’’ Demişti. Bir an için nerede olduğumu anımsayamamıştım yine. Bu durum sıkça başıma geliyordu. Bazen Elbistan köylerinden birinde, bazen Osmaniye’de, bazen de Mersin ya da Bor’da bulurdum kendimi. Bulgaristan Karagözler Köyünde bulunduğum da olurdu. Neyse ki çabuk kendime gelmiştim. Niğde Misli Köyündeydim. Annem sıcak tarhana çorbası yapmış, yanına da hepimize yetecek kadar karabuğday ekmeği koymuştu.
Bilmeden ve doğal olarak sağlıklı beslenmiştik karabuğday ekmeğiyle. İvriz İlköğretmen Okulunda tarım öğretmenimiz Salih Ziya Büyükaksoy’dan öğrenmiştik böyle olduğunu. İnsanlık 17 bin yıldan beri tahıl ürünleri yetiştirerek yaşamını sağlıyordu. Bedenimiz için Karabuğday bir besin deposuydu adeta. Oysa günümüzde beyaz undan yapılan ekmek, sağlığımıza katkıda bulunmaktan çok zarar sağlıyordu. Bu yönü bilinmediği için de, ilk çıktığı yıllarda kara ekmek içine katık niyetine beyaz ekmek konulduğunu görmüşlüğüm vardı. Fırından aldığınız beyaz ekmek bize boş kalori sağlarken, karabuğday ekmeği, vitaminler başta olmak üzere, temin ettikleri ile eczanelerden uzak kalmanızı da garanti ediyordu.
Tarhana çorbası ve karabuğday ekmeği ile güzel bir kahvaltı yapmış ve kardeşim Mustafa ile dışarı çıkmıştık. Fırtına durmuştu. Kara kış ve Beyaz dünya… Muhteşem bir görüntü ortaya çıkmıştı. Önce okul arkadaşım Osman’ı ve annesi Hatice teyzeyi görmek istemiştim. Etrafımızdaki Beyaz Dünyada köyün gençleri ve okul arkadaşlarımız tahtadan ve naylon leğenlerden oluşan kızaklarıyla kaymaya başlamışlardı. El sallayarak yolumuza devam etmiş, karlara bata çıka Hatice Teyzelere ulaşmıştık. Hatice Teyze bizi oğullarıymışız gibi karşılamıştı. Ellerini öpmüş, arkadaşımız Osman’la kucaklaşmıştık. Bir süre daha sohbet ettikten sonra biz de kızak kaymakta olan arkadaşlarımızın yanına gitmiştik.
Misli Köyünde ilkokuldan sonra eğitim ve öğretimini devam ettiren olmamıştı. Olmamıştı çünkü en yakın ortaokul Niğde Merkezde bulunuyordu. Üstelik köyde yaşayanların ekonomik durumları okul masraflarını karşılayacak durumda değildi. İlkokuldan sonra okula devam eden ilk kişi ben olmuştum. Bu da beni oldukça itibarlı bir duruma getirmişti. İlk günler biraz kasıntılı davranmıştım arkadaşlarıma. Üzüldüklerini hissetmiş ve davranışlarımı değiştirme gereği duymuştum. Sonuçta onlar benim arkadaşlarımdı. Öyleydi, öyle olmalıydı. Olmalıydı çünkü hayat onlarla beraber güzeldi. Tekrar onlardan biri oldum, kızak kaydım, kemik aşık oyunu oynadım arkadaşlarımla…
Arkadaşlarla oldukça eğlenceli vakitler geçirmenin yanı sıra okul kütüphanesinden alarak yanımda getirdiğim kitaplardan Charles Dickens’in İki Şehrin Hikâyesi’ni rahat okumuş ve özetlemiştim. Tolstoy’un Diriliş adlı kitabı bana biraz ağır gelmişti. Victor Hugo’nun Notre Dame’ın Kamburu adlı kitabını okumayı tercih etmiştim.
Günler günleri kovaladı ve tatil sona erdi. Güneşli bir günün sabahı kardeşim Mustafa ile ilkokul arkadaşım bana Hüyük İstasyonuna kadar eşlik edip, yolcu etmişlerdi. İkinci yarıyıl İvriz’e alışmış, okul kurallarını öğrenmiş ve benimsemiş olarak başlayacaktı…