İstanbul Çapa Müzik Semineri giriş hikayem
11 Eylül 1961 Pazartesi, Haydarpaşa…
Konya Ereğlisi’nden bindiğim Meram Ekspresi ile yaklaşık 10 saatlik bir yolculuktan sonra Haydarpaşa Garı’na girmiştim.
Üç imparatorluğa başkentlik yapmış bu tarihi ve gizemli kentle tekrar buluşmuştum 10 yıl sonra. İlk kez 1951 yılının Nisan ayının 26’sında, Bulgaristan göçü sırasında, Edirne’den Maraş Elbistan köylerine giderken tanışmıştım Haydarpaşa Garı ile…
Köyden kente göçün sembolü haline gelen Haydarpaşa Garı, henüz otobanların tam anlamıyla hayatımıza henüz girmediği günlerde gurbetçilerin İstanbul’a varış noktasıydı.
Sıralanmış peronlar onlarca yıldır coşkulu kavuşmalara sahne olduğu gibi, sessiz ayrılıklara ve hayallerin yıkılmasına da tanıklık etmişti.
On yıl önce hüzünlü ayrılıklarıma sahne olan Haydarpaşa Garı bu kez benim için coşkulu bir kavuşma sağlamıştı.
Kara trenden inmiş, elimdeki tahta bavulla Haydarpaşa Garından çıktım. Merdivenlerin üstünden Marmara Denizi ve Tarihi Yarımada’ya baktım.
Yıllar sonra farkına varacaktım…
Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları şiirindeki ‘’Bir adam’’ gibi ‘’merdivenlerde duruyordum, bir şeyler düşünerek…’’ Düşündüğüm şey, Fatih Çapa semtine ve Çapa Öğretmen Okuluna nasıl gideceğim konusuydu.
Haydarpaşa Garında
1941 baharı saat on beş
merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk ve telaş
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek
Nazım Hikmet
Bir süre Marmara denizi ve Tarihi Yarımada’yı seyrettikten sonra, Marmara kıyısına giderek geri dönmüş ve beni İstanbul’la buluşturan tarihi ve anıtsal binaya bakmıştım.
Benim gibi yolculuk etmiş çoğu insanın İstanbul’un o muhteşem manzarası ile ilk tanıştığı yer olan gar binasının aslında klasik bir Alman mimari örneği olduğunu öğrenecektim sonraki okul yıllarımda.
Sonraki aylarda Çapa Öğretmen Okulu’ndaki tarih öğretmenimiz, Gara kuşbakışı bakıldığında bir bacağı uzun, diğer bacağı kısa bir “U” harfi şeklinde olduğu görülüyor demişti
Haydarpaşa Garı’nın içinde, kısa ve uzun bacakların arasında, geniş ve yüksek tavanlı odalar yer alıyordu. Zamanında bu odaların tavanlarının da ayrı birer sanat eseri olduğunu, her bir odanın tavanında el işi göz nuru nakışlar bulunduğunu öğrenecektim.
Odanın tavanının dört köşesinde TCDD’nin amblemi olan kanatlı tren tekerlekleri orijinal hâli ile resmedilmiş. Bugün bile renkleri hâlâ canlı ve göz alıcıdır demişti tarih öğretmenimiz.
Haydarpaşa Garı 1906 yılında, İstanbul-Bağdat Demiryolu hattının başlangıç istasyonu olarak düşünülmüş ve yapımına başlanmıştı. İki Alman mimar ve 1500 İtalyan taş ustasının iki yıllık çalışması sonucu 1908 yılında tamamlanan ve aynı yıl 19 Mayıs’ta hizmete açılan binada Hereke’den getirilen açık pembe renkli granit taşlar kullanılmıştı.
Padişah III. Selim, kendi adını taşıyan Selimiye Kışlası’nın yapımında çok emeği geçen Haydar Paşa’ya jest olarak, bu binanın bulunduğu semte ve civarına Haydarpaşa denmesine karar vermişti.
İstanbul’la ikinci kez buluşmamı sağlayan tarihi ve Anıtsal Haydarpaşa Garı’nı içselleştirdikten sonra şehir hatları vapurlarından biriyle Eminönü’ne geçmiştim…
11 Eylül 1961 Pazartesi, Eminönü…
İstanbul ‘a gelen insanların ilk uğrak yerlerinden biriydi Eminönü ve Sirkeci.
Sirkeci Garı çevresi Anadolu’dan ‘’taşı toprağı altın’’ diye İstanbul’a gelenlerin sığındıkları ucuz otellerle doluydu.
Eminönü Meydanına girdiğimde ilk dikkatimi çeken yapı, devasa boyutlarıyla ve merdivenlerindeki güvercinleriyle, Yeni Cami olmuştu.
Yeni Camii, Haliç kıyısında alçak bir yerde kurulduğu için, oldukça yüksek bir su basmanın üstüne inşa edilmişti Haliç dalgalarından korunması gerekiyordu.
Camiye merdivenlerle çıkılmakta ve cümle kapılarından içeriye girilmekteydi.
Ben de çıktım merdivenlerden. Geriye dönüp baktığımda Haliç, Haliç üzerindeki Galata Köprüsü, Karaköy, karşı yakada ben buradayım diyen Galata Kulesi vardı.
Hayranlıkla seyrettim bir süre. Her geçen dakika şaşkınlığım ve hayranlığım artıyordu bu kadim şehre.
Eminönü Meydanı güvercinleriyle, işportacılarıyla iç göç filmlerinin ve kan davalarından İstanbul’a kaçan taşralıların öykülerini işleyen filmlerin ana mekânıydı bir zamanlar. Önceki yıllarda İstanbul’da çevrilen filmlerde görmüştüm bu manzaraları. Şimdi hayranlıkla seyrediyordum. Bir ara kendime geldim, Çapa İlköğretmen Okulu’na gitmeliydim.
Cami önündeki orta yaşlı bir beyden, Eminönü-Topkapı güzergâhında çalışan troleybüslerin Sirkeci Garı karşısından kalktığını öğrendim.
İstanbullulara her iki yakada uzun yıllar hizmet veren elektrikli tramvayların 1950’li yılların sonunda kentin ihtiyacını karşılayamaz hale gelmesi üzerine; otobüslere oranla daha ekonomik olması ve elektrik enerjisiyle çalışması dolayısıyla çevreci özelliği de göz önüne alınarak troleybüs sisteminin kurulmasına karar verilmişti.
Elektrik motorlarının güç beslenmesi çift havai elektrik hattından sağlanan troleybüsler için ilk hat Topkapı-Eminönü arasında döşenmişti.
Boynuzlu otobüs olarak da bilinen troleybüse arkadan binilir, sol tarafta oturmakta olan biletçiden alınan biletle ön tarafa geçilirdi. İnişler önden olurdu.
Şehir içi ulaşımında; sessizliği ve hava kirliliği konusundaki cimriliği ile çevre dostu olarak ünlenen, aynı zamanda ekonomik olan bu araçların, sürücüleri de yetenekli, sabırlı ve olabildiğince beyefendilerdi.
Trafik karmaşasında havai hattan ayrılan boynuzları sabırla yerlerine yerleştirir ve yolculuk devam ederdi.
Eminönü-Çapa arasında bir kez gerçekleşen böyle bir olaydan sonra, tam da okulun önündeki Çapa durağında inmiştim.
Troleybüsten indikten ve şaşkınlığım geçtikten sonra kafamı kaldırdığımda anıtsal bir yapı olan İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu binası göz alıcı mavi çinileriyle kendini göstermişti.
Bizden önce Çapa İlköğretmen Okulu’na gelmiş olan abilerimizden edindiğimiz bilgilerden, bu anıtsal binanın çatısı altında Yüksek Öğretmen Okulu’nun yanı sıra misafir olarak Eğitim Enstitüsü ile Çapa İlköğretmen Okulu da bulunmaktaydı.
Bu anıtsal yapıda öğrenim görmek ayrıcalıktır diyerek bahçesine girmiştim…
11 Eylül 1961 Pazartesi, Çapa…
Öyle sanıyorum ki benim gibi birçoğunuz girmekte olduğunuz bazı binalara hayran hayran bakarken bulursunuz kendinizi. 1848 yılından bu yana dimdik ayakta duran İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu binası da bunlardan biriydi.
Hayranlıkla seyretmiştim bir süre. Gözalıcı Çinileri ise okulun önündeki Millet Caddesi’nden geçen herkesin “bu heybetli bina hangi kuruluşun köşkü acaba?” diye meraklanmalarına neden olmaktaydı. Okul olabileceği kimsenin aklından geçmiyordu sanırım.
Hayranlıkla bir süre baktığım 170 yıllık bu anıtsal binanın bahçesine girer girmez kendimi tarihe bir yolculuk yaparken bulmuş ya da öyle hissetmiştim.
Güllerle sarılı kapıcı kulübesindeki görevliye kendimi tanıttıktan sonra bahçeye girmiş, okulun giriş kapısına doğru yürümüştüm.
Çam ağaçlarının, güllerin, okulun kurucusu ile Atatürk büstünün bulunduğu bir bahçeden sonra mermer merdivenler, kocaman bir giriş kapısı ve sizi karşılayan kırmızı halılar ve büyük yaldızlı aynalar…
Millet Caddesi’nden geçenlerin de hayranlıkla baktığı anıtsal binanın kapısından girince kendimi Osmanlı dönemlerinden birindeki bir sarayda yaşıyormuş gibi hissetmiştim.
Çok şanslıydım ya da kendi şansımı kendim yaratmıştım Müzik Seminerinin sınavlarına katılmayı istemekle. Burada okuyacak olmanın bir ayrıcalık olacağını düşünmüştüm. Nitekim öyle de olmuştu.
Oldukça ilginç olan mimari yapısıyla geçmişten günümüze izler taşımakta olan bu anıtsal yapının kocaman kapısından girdiğimde uğradığım şaşkınlık görülmeye değerdi. Oldukça yüksek tavanları, kırmızı halıları ve büyük yaldızlı aynalarıyla bir sarayı andırıyordu.
Şaşkınlığım geçince sağ tarafta müdür odası, karşımda kırmızı halılarla bizi üst katlara çıkaracak olan merdivenlerle her iki tarafında sınıflar ve atölyelerin yer aldığı koridorlar olduğunu görmüştüm.
Dediğim gibi normal bir yapıya göre oldukça yüksek tavanlara, biraz abartıyla da olsa, öğrencilerin bir uçtan bir uca teneffüste yürüyemeyeceği uzun koridorlara sahip olduğunu görecektim sonraki günlerde.
Şaşkınlığım geçtikten sonra sağ taraftaki müdür odasına, kapıyı tıklatarak biraz da çekinerek girmiştim. Okulun tarihi ve görkemli yapısına uygun bir masanın arkasındaki okul müdürü ki sonraki günlerde Niyazi Akşit olduğunu öğrenmiştim, hafifçe koltuğundan kalkarak beni karşılamıştı.
Okul müdürünün bu nazik davranışı sonrasında çekingenliğim ortadan kalkmış, kendime olan güvenim yerine gelmişti. İvriz İlköğretmen Okulu’ndan Müzik Semineri sınavları için geldiğimi anlatmıştım. ‘’Hoş geldiniz’’ Deyip beni dinledikten sonra görevlilerden birini çağırarak kaydımın yapılmasını ve yatacak yer gösterilmesini istemişti.
Kaydımla ilgili gerekli işlemler yapıldıktan sonra, elimdeki tahta bavulumla okuldaki görevlilerden birinin arkasında, kırmızı halılar döşenmiş merdivenlerle yatakhaneye çıkmaya başlamıştık.
Yatakhaneler okulun en üst katındaydı. Son derece konforlu bir yatakhane karşıma çıkmıştı. Ranzaların olmadığı yatakhanede, başında giysi dolabının bulunduğu bembeyaz çarşaflarıyla tek yataklar vardı.
Görevliye teşekkür ettikten sonra tahta bavulumdaki eşyalarımı karyolamın ucundaki dolaba yerleştirmiş, elimi yüzümü yıkadıktan sonra da aşağı inerek okulumu tanımaya çalışmıştım.
Yemekhane bodrum katındaydı. Okul normal eğitim döneminde olmadığından, yemekhanedeki öğrenciler benim gibi sınavlara gelenlerdi.
Tertemiz örtülü masalara yemek servisi okuldaki görevliler tarafından yapılıyordu. Karşılıklı üçer kişinin oturduğu masalara servis yapılmaktaydı. Masalardan biri dolmadan diğer masaya geçilmiyordu.
Masadakilerle selamlaştıktan sonra ellerimiz ekmek sepetine uzanmıştı. İvriz’de asker tayını gibi verilen çeyrek ekmek yemeye alışmıştık. Oysa burada dilimlenmiş ekmeklerin bulunduğu ekmeklikten sepetlerle dilediğiniz kadar ekmek alabiliyordunuz.
Gözümüz aç olmalı ki ilk akşam yemeğinde sürekli ekmek alma gereğini duymuştum masadaki diğer arkadaşlarımla. Önce gözümüzü, sonra da karnımızı doyurmuştuk.
Akşam yemeğinden sonra yeni gelen diğer arkadaşlarla tanışma faslımız başlamıştı. Giriş katındaki koridorları ve sınıfları gezdikten sonra, Çapa İlköğretmen Okulu’nda bulunmanın mutluluğu ile yatakhaneye çıkıp derin bir uykuya dalmış, uykumda keman çalıyordum…
14 Eylül 1961 Perşembe, Çapa…
Gözlerimi açtığımda tek kişilik karyolada bembeyaz çarşafların içindeydim. Üstelik başucumda bir de elbise dolabı vardı. Bir an için nerede olduğumu anımsayamadım. Acaba hastanede miydim? Oysa oldukça sağlıklı hissediyordum kendimi.
Sessizce kalktım, çevreme bakındım. Hastanede değildim. Pencerelere yürüdüm ve dışarı baktım. Güneş doğmak üzereydi ve ben oldukça yüksekten caddeye bakmaktaydım.
Birden anımsadım. İstanbul’da, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nun en üst katındaki yatakhanesindeydim. İvriz’deki alışkanlıklarım devam etmiş ve sabah güneş doğmadan uyanmıştım.
Tuvalette ihtiyaçlarımı giderip, tıraş olduktan sonra sessizce giyinip, hala tahta bavulumda bulunan sınavla ilgili bir iki kitap alarak sınıfların bulunduğu giriş katına inmiştim. Sınavlarda keman için hazırladığım parçanın yanı sıra kuramsal bazı sorular da sorabilirler demişti İmdat Halvaşi öğretmenim.
Hazırladığım parçanın bestecisi Vivaldi ile ilgili sorular sorulabilirdi. Neden müzik bölümünü seçtiğimin yanı sıra toplumu yönlendirmede müziğin önemi üzerine sorular da sorabilirlerdi.
Sonraki günlerde birinci sınıf dersliğim olacak odada bir süre çalıştıktan sonra yemekhaneye, sabah kahvaltısına inmiştim. Zeytin ve yumurta vardı kahvaltıda. Üstelik çaylarımız karavana ile dağıtılmıyordu.
Her masada altı kişiye yetecek kadar çayın bulunduğu termosların olduğunu anımsıyorum.
Kahvaltımızı yaparken bir taraftan da arkadaşlıklar ediniyorduk. Yetiştirme yurdundan gelen İbrahim Kazan diye bir arkadaşımız vardı müzik semineri için gelen.
Kadir Karkın’ı tanımıştım bütün sempatikliği ve heyecanı ile. İvriz’den birlikte geldiğimiz Halit Armutlu vardı. Resim semineri için gelmişti.
Okul Müdürlüğü tarafından yapılan bir duyuru ile kahvaltıdan sonra notlarımı gözden geçirdiğim sınıfta toplanmamız istenmişti.
Saat 10,00 civarında toplandığımız sınıfa gelen müdür yardımcılarından biri tarafından sınavların 14 Eylül 1961 Perşembe günü saat 10,30’da yapılacağını bildirmişti.
Müzik seminerine gelen öğrencilerin sınav jürisinde Ekrem Zeki Ün, Halil Bedi Yönetken ve Tahir Sevenay bulunacaktı. Son hazırlıklarımız için yer gösterilip keman verilmişti.
Salı ve Çarşamba günleri okulun bize verdiği kemanlara uyum sağlamaya çalışmıştık. Öncelikli olarak yay çekme üzerinde durmuş, hazırladığımız parçaları pürüzsüz bir biçimde seslendirmeye çalışmıştık.
İvriz’de iyi hazırlanmıştım. Daha doğrusu Kemal Çuhalılar ve İmdat Halvaşi beni iyi hazırlamışlardı. Yine de heyecanlı iki gün geçirmiştim.
Nihayet sınav günü olan Perşembe günü gelip, çatmıştı. Sınava ilk alınan öğrenci olmuş, heyecanlanmama gerek kalmamıştı. Müzik odasındaki bir masanın ortasında Ekrem Zeki Ün olmak üzere yanlarında Halil Bedi Yönetken ile Tahir Sevenay yer almışlardı.
Güleryüzle karşılanmıştım. İvriz ve çalışmalarım hakkında konuşmamı sağlayarak benim rahatlamamı sağlamışlar, sonra da kemanda hazırladığım parçayı dinlemişlerdi.
Parçayı bitirip, kemanı indirdiğimde Ekrem Zeki Ün’e bakmıştım. Halinden başarılı olduğum izlenimini edinmiştim. Piyanonun başına geçen Halil Bedi Yönetken akorlarla ilgili sorularından sonra solfej tekniğimi ölçmüştü. Tahir Sevenay da Vivaldi ile ilgili sorular sormuş ve doyurucu yanıtlar almıştı.
Sınavdan çıktığımda kesin kazandım demiştim kendi kendime. Öyle de olmuştu. Bu anıtsal ve muhteşem okulda üç yıl okuma şansımı yaratmıştım. Çok mutluydum…