Kentsel Dönüşümle ortaya çıkan Modern Paris
Paris, Fransız ihtilalinin başladığı ve etkilerinin bütün dünyaya yayıldığı bir kent olmanın yanı sıra modanın kalbinin attığı 5 şehirden biridir. Her çeşit sanatsal faaliyetin yapıldığı bir şehir olan Paris, sanat dünyasının da başkenti olarak anılır. Entelektüalizmin adeta bir din sayıldığı Paris’te; müzeler, tiyatrolar, opera binaları da birer tapınaktır adeta. Dünyanın en romantik kenti olarak bilinen Paris, bu özelliklerinden ötürü, âşıklar şehri unvanını da kazanmıştır.
Emile Zola’nın Notre Damın Kamburu, Viktor Hugo’nun Sefiller adlı romanlarından Paris ve sokaklarını tanımıştım daha lise yıllarında. Sefiller romanında Parisli bir sokak çocuğunun gözünden anlatılan kent lağım kanallarıyla, çamura ve kana bulanmış, barikatlarla yolları kesilmiş sokaklarıyla isyanın, uygulanan şiddetin sahnesi olarak aklımda kalmıştı. 17. yüzyıl sonuna kadar dar sokakları ve bakımsız küçük meydanlarında pazarların kurulduğu bir Ortaçağ kenti görünümündeydi.
Louvre Müzesi merkez olmak üzere, üç gün yayan olarak dolaştığımız, Dünyada en çok ziyaret edilen ve bir marka olan Paris, ‘’Nasıl oldu da bu sonuca ulaştı?’’ Sorusunu, başta mimar olan eşim olmak üzere, kendimize sormadan edemedik… Sorumuzun yanıtını Fransa İmparatoru III. Napolyon ile dönemin Seine Bölgesi Valisi Baron Eugene Haussmann’nın işbirliğinde bulduk. Bu işbirliği ve sonuçları üzerinde biraz durmak istiyorum. İstiyorum çünkü giderek betonlaşan ve gökdelenlerin tarihi yapıları boğazladığı İstanbul’un kurtuluşuna örnek olsun istiyorum.
19. yüzyılda modernleşmenin gündelik hayatta ve kentlerde yaptığı sarsıcı dönüşümlerin en görünür olduğu yer Paris olmuştu. 18. yüzyıldan itibaren imparatorluğun güçlenmesi ile kentin görünen yüzü değişmeye başlamış, 1840 – 1870 tarihleri arasındaki Fransız endüstri devrimi ile de bu değişim doruk noktasına ulaşmıştı.
1853 yılından itibaren bir değişimin gerekli olduğu kanısına varılan Paris, “Modern Kent” kavramına uygun olarak yeniden inşa edilmişti. Dönüşüm sürecinin mimarları, dönemin Seine Bölgesi Valisi Baron Eugene Haussmann ve Fransa İmparatoru III. Napolyon olmuştu. Sosyal ve ekonomik yaşamı doğrudan devletin yönettiği otoriter bir yaklaşım çerçevesinde, birlikte çalışarak, dönüşümü gerçekleştirmişlerdi.
Kentsel dönüşümden önce, Paris’teki en önemli sorunlardan biri, nüfustaki artış ve yaşam koşullarının yetersiz olmasıydı…17. yüzyıldan itibaren giderek genişleyen Paris’te konutlardaki sağlıksız koşullar ve nüfus yoğunluğa çözülmesi gereken birincil sorundu. Diğer taraftan, yetersiz hava akımı, sıhhi altyapı eksikliği ve siyasi anlaşmazlıklardan kaynaklanan isyanlar ve huzursuzluklar da eklenince günlük yaşamın işkenceye dönüştüğü bir kent tablosu ortaya çıkıyordu.
Emile Zola ile Viktor Hugo’nun romanlarında sıkça betimlediği gibi; sokaklarındaki bitmek bilmeyen çamur, kötü koku ve gürültüler, sağlıksız koşullar sonucunda ortaya çıkan kolera günümüz “Modern” Paris’ini meydana getiren bu yeniden planlama sürecinde etkili olmuştu.
İlk kez 1795 yılında uygulamaya konan bir sistemle, o dönemin ihtiyaçları ve Sosyo-kültürel yapısına uygun olarak, Paris 1’den 12’ye kadar idari bölgelere ayrılmıştı. Üçüncü Napolyon‘un hayali olan Grand Paris projesi kapsamında 1859’da idari bölge sayısının 20’ye kadar arttırılmasına karar verilmiş, böylece eskiden Paris dışı sayılan Passy, Villette, Montmartre gibi yerler Paris kenti kapsamına alınmıştı.
25 Ekim 2014 Cumartesi, Paris…
Bir kenti tanımanın ve yaşamanın en iyi yolu sokaklarında, caddelerinde, bulvarlarında yürümek, anıtları ve müzelerini gezmektir. Diye düşünmüşümdür her zaman. Yaşadığım ve hayranı olduğum İstanbul’u bu şekilde tanıdım ve yazı dizilerimle tanıtmaya çalıştım. Aynı yöntemi Paris için uygulamaya çalıştık üç gün konuk olduğumuz Paris’te… Eşimle yürümeye başlamadan önce, önümüze açtığımız bir harita üzerinde Louvre Müzesi yerleşkesini merkez alarak, görmek istediğimiz yerleri panoramik olarak hafızamıza yerleştirelim istedik.
Louvre Müzesi yerleşkesinden hayali bir araçla 30 metre yükseldiğimizi düşündük. 30 metre yüksekten kuzey-batıya baktığımızda, 3 500 metre uzunluğundaki Louvre Müzesi-Zafer Takı aksını gördük. Bu aksın batısında sola kıvrılan Seine Nehri, nehrin batısındaki Les İnvalides bölgesinde Ordu Müzesi, Ordu Müzesinin kuzeyinde Mars Bahçeleri, Eyfel Kulesi ve karşısındaki Trocadera Meydanı görülüyordu. Louvre Müzesi-Zafer Takı aksının doğusunda ise Palais Garnier olarak bilinen anıtsal Opera binası, Lafeyette, Fransa’nın Anıt kabri olarak bilinen Katolik Kilisesi’ni görmek mümkündü. Gördük de nitekim.
Şimdi, 30 metre yüksekten yere inelim. Yürüyerek gezme zamanı… İç mekân gezisini bir başka güne bırakarak, Louvre Müzesi’nin dış mekânını gezelim. Yine de kısaca tarihçesine bakalım.
Louvre Müzesi 800 yıllık bir yapı olup, aslında Fransız krallarının en önemli ve en büyük sarayıdır. 1793 yılında Avrupa’nın en eski müzelerinden biri olarak halka açılmış. Mısır, Yunan, Roma ve İslam sanatlarıyla antikaların ve tablolarının da aralarında bulunduğu yaklaşık 30 bin eseri barındırmakta. Müzedeki en ünlü eserler Venüs Heykeli, Sema Direk’teki Kanatlı Zafer Anıtı, Leonardo’nun Mona Lisa’sı ve Michelangelo’nın Slaves’idir. Louvre ’da Anadolu’dan getirilmiş, tarihi açıdan önemli birçok antik eseri de bulunmaktadır.
Müze avlusundaki ünlü ve anıtsal piramidin etrafında dolaşıp, fotoğraflarını çektikten sonra Louvre sarayının eklentisi durumundaki Tuileries bahçelerine doğru ilerliyoruz. İmparator Napolyon 1806’da Louvre Kompleksi içindeki dış avluya, Tuileries Bahçeleri tarafına Carrousel Zafer Takını yaptırmış. 19 metre yükseklik ve 23 metre genişlikte olan Arc De Triomphe Du Carousel, zafer yolunda yapılan 3 takın en küçük olanıdır. Diğer ünlü taklar iseŞanzelize Caddesi’nin sonunda yer alan Zafer Takı ve Büyük Kemer olarak bilinen La Grande Arche de La Defense’dir. Takın mermer sütunları üstünde yer alan heykeller dikkat çekicidir. Heykellerden Napolyon’un dört at tarafından çekilen at arabasındaki heykeli güneşle parlar. Venedik’te gördüğüm San Marco’nun atları çağrışım yapmıştı. 1815 yılında Venedik’e iade edilmişler.
Carousel Zafer Takı’nın altından geçerek Jardin des Tuileries olarak bilinen Kiremit bahçelerine giriş yapıyoruz. Jardin des Tuileris olarak bilinen bu bahçelerde biraz ilerlediğimizde iki büyük havuzdan biri ile, havuzlardaki kuşları ve yürüyüş yollarını süsleyen erotik heykelleriyle karşılaşıyoruz. Karşımıza çıkan ilk büyük havuzun çevresindeki yeşil sandalyelere oturup manzarayı seyreden, kitap okuyan, dinlenen, sohbet eden insanları görünce biz de aynı şeyi yapıyoruz. Paris’in en büyük yeşil alanlarından birini oluşturan Tuileries Bahçeleri’ni Louvre Sarayı’nın bir eklentisi gibi düşünebilirsiniz. İstanbul’daki Gülhane Parkı’nın Topkapı Sarayı’nın bir uzantısı olduğu gibi…
25 hektarlık alana yayılmış muhteşem bir park olan Tuileries Bahçesi içinde yaklaşık 1 200 metre yürüdükten sonra Paris’in en büyük meydana olan Plaça Concorde karşınıza çıkar. Place de la Concorde, Bordeaux’da bulunan Quinconces Meydanı’ndan sonra Fransa’nın en büyük ikinci meydanıdır. Meydanın dört bir yanına ülkenin önemli geçim kaynağı olan su taşımacılığı ya da Seine Nehri taşımacılığını simgeleyen altın yaldızlı heykellerin süslediği fıskiyeli çeşmeler bulunmakta. Dört bir köşesinde onlarca heykel bulunan meydanın göbeğinde ise Mısır’dan hediye gelen Luksor Dikilitaşı ya da obelisk bulunuyor. Bu obelisk ya da dikili taş Kavalı Mehmet Ali paşa tarafından o dönemin Fransa kralı olan Louis Philip’e armağan edilmiş. 3200 yıllık bir geçmişi olan dikili taş 230 ton ağırlığında ve 23 metre uzunluğundadır.
Concorde Meydanından kuzey-doğuya yaklaşık 700 metre giderseniz Magdalalı Meryem’e adanmış Katolik Kilisesi’ne ulaşırsınız. Fransa’nın Anıt kabri olarak da bilinen kilise Atina’daki Akropolis Tapınağının izlerini taşımaktadır. Meydana geri dönerek Concorde Köprüsünden geçip Seine Nehrinin karşı kıyısındaki Bourbon Sarayı’na ulaşabilirsiniz. Biz yine Concorde Meydanına dönelim. Artık, adını mitolojide cehennem olarak bilinen Elysion ovalarından alan, Champs Elysees Bulvarı’na giriş yapabilirsiniz. Biz de öyle yaptık.
Champs Elysees Bulvarı ki biz onu Şanzelize Bulvarı olarak biliyoruz, Fransızlar, Placa de la Concorde adıyla bilinen Concorde Meydanı ile Charles de Gaulle Meydanı’ndaki Zafer Takı arasındaki bu ulaşım aksına ‘’Dünyanın En Güzel Bulvarı’’ diyorlar. Barselona’daki La Rambla Meydanı’nı daha çok beğenmiştim. Ankara’daki Atatürk Bulvarı’nın da Şanzelize ’den geri kalır tarafı yok bence.
Louvre Sarayı’nın bir eklentisi olan Tuileries Gardens yeniden düzenlenirken bu cadde genişletilir, zenginleştirilir ve keyif bulvarı haline getirilir. O zamanlar sade bir gezinti yeri olan bu yer 1709 yılında Avenue des Champs-Elysees adını alır. 1838 da bulvar sokak lambaları ile aydınlatılır. Günde 800 bin İnsanın üzerinden geçtiği kaldırımları, Paris’in uzak köşelerinden Şanzelize’ye kadar ulaşan Metro istasyonlarının yapılmasıyla, Paris’in az gelirli insanlarının da gezebildiği bir merkez olur. Lüks butiklerin yanında orta halli bütçelere de hitap eden dükkânlar da bu caddede yerini almaya başlar.
Bulvar üzerinde yaklaşık 600 metre yürüdüğümüzde General Charles de Gaulle ’ün anıt heykelinin bulunduğu bir meydan bizi bekler. Güneyinde Winston Churchill Bulvarı bizi Seine Nehrinin en güzel köprülerinden birine, III. Alexandre Köprüsü’ne ulaştırır. Köprüyü geçersek Les İnvalides ve Ordu Müzesi’ne ulaşırız.
Köprüden geri dönerek Winston Churchill Bulvarına tekrar girdiğimizde, bulvarın kuzey-doğu tarafında Grand Palais olarak bilinen Büyük Saray, diğer tarafında da Petit Palais olarak bilinen Küçük Saray görülecektir. Her ikisi de müze olarak kullanılmaktadır. Bu Sarayların ziyaretini bir tarafa bırakarak, tekrar Şanzelize’ye çıkıyoruz. 400 metre daha yürüyünce Franklin Roosevelt anıtının bulunduğu meydana ulaşıp, bir süre dinleniyoruz. Yaklaşık 20 dakika dinlendikten sonra 1 200 metre uzaklıktaki Zafer Takı’na gitmek üzere harekete geçiyoruz.
Zafer Takı ya da diğer adıyla Arc de Triomphe ’un bulunduğu Charles de Gaulle Meydanı’na ulaşıyoruz. 30 derecelik açılarla 12 caddenin kesiştiği bir meydan burası. Meydanın ortasındaki anıta alıcı gözüyle bakıyor ve fotoğraflarla ölümsüzleştiriyoruz. Arc de Triomphe, yani özgürlük anıtı devasa görüntüsü ile göz dolduruyor. Öyle ki Concorde Meydanı’ndan bile rahatlıkla görülebiliyor. Boyu 45 metre, eni 22 metre ve yüksekliği 49 metre olan Özgürlük Anıtı, Fransa için savaşanlar adına dikilmiş. Kemerli anıtın iç kısmında ve üst kısmında generallerin adı ile savaşların adı yazılı. Anıtın altında ise I. Dünya Savaşından kalan meçhul bir askere ait mezar bulunuyor.
Özgürlük Anıtı Napolyon Bonapart’ın Paris’e armağanıdır diyebiliriz. Napolyon Bonaparte, Austerlitz savaşında galip gelen Fransız askerlerine seslenmiş ve ‘’Evinize zafer taklarının altından geçerek döneceksiniz.’’ Demiştir. Askerlerine verdiği sözün üzerine de, 18 Şubat 1806 tarihinde, Zafer Takı inşaatının başlamasını emretmiştir. Anıtın yapımına başlanmış, ancak, Napolyon Bonapart’ın 1810 yıllarında Rusya İmparatorluğu’na karşı savaşması ve savaş sonrasında ölümü nedeniyle, ara verilmiştir. Louis-Philip’in Fransa Kralı olmasıyla, Zafer Takı inşaatı 1832 yılında yeniden başlamış ve 1836 yılında bitirilmiştir. Napolyon Bonaparte ’nin askerleri değil ama 15 Aralık 1840 tarihinde, Napolyon Bonapart’ın cenazesi Zafer Takı’nın altından geçirilmiştir.
Charles de Gaulle Meydanı’nda birleşen 12 caddeden biri olan Avenue d’lena üzerinden yaklaşık 2 km yürüyebilirsek kendimizi Seine Nehrinin kuzey kıyısındaki Park Jardins du Trocadero Meydanında buluruz. Meydan Trocadera ismini 1823’te Fransa’ya karşı isyan çıkaran İspanyolları bastıran Fransız ordusunun adından almış. Şu anda yerinde Chaillot Sarayı bulunuyor, eskiden Trocadero Sarayı varmış. Nehrin güney tarafında Eyfel Kulesi ve Mars bahçeleri bulunmaktadır. Köprüden Eyfel Kulesi’nin bulunduğu tarafa geçiyoruz.
Adını, yapımını üstlenen firma olan Gustave Eiffel’den alan Eyfel Kulesi, yılda 6 milyon turisti ağırlıyormuş. 1887 ile 1889 yılları arasında Gustave Eiffel’in firması tarafından, Fransız Devrimi’nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlenen Paris Dünya Fuarı’nın giriş kapısı olarak yapılmış. 3 000 işçi 26 ay boyunca 18 038 adet demir parçayı 2,5 milyon perçinle bir araya getirmiş. Hiç bir ölüm vakasının yaşanmamış olması, o günün şartlarında şaşırtıcı bir durum olsa gerek.
Eyfel Kulesi 300 m yükseklikte olup, zirvesindeki televizyon vericileri 27 m daha yükseklik kazandırır. Günümüzde yaygın olarak kullanılan çelik yerine demirden inşa edilmiş, özel teknikler sayesinde günümüze kadar sağlam olarak gelmiştir. Kamuya açık platformlar 57 m, 115 m ve 276 m yükseklikte bulunur. Ziyaretçiler, üç asansörle kuzey, batı ve doğu kanatlarından ilk iki platforma ulaşır.
Kulenin güney-doğusunda yer alan ve Champ De Mars olarak bilinen Mars Bahçesi Ecole Militaire olarak bilinen Askeri Okula kadar uzanmakta ve yaklaşık 200 000 m2 lik bir alana yayılmaktadır. Paris’teki en büyük yeşil alanlarda biri olan Champ De Mars adını Roma mitolojisindeki Savaş Tanrısı Mars’tan almaktadır. Günümüzde Champ de Mars’ın bulunduğu alan 16. Yüzyılda üzüm ve sebze üretimi için kullanılıyormuş. 18. Yüzyıla gelindiğinde, aynı anda 10 000 askerin birlikte hareket edebilmesi için gereken özelliklere sahip olduğundan, daha ziyade askeri amaçlarla kullanılmış. Pek çok eğitim ve hazırlık tatbikatına ev sahipliği yapmış. Parka Antik Roma’nın savaş tanrısı Mars’ın adının verilmiş olmasının nedeni buymuş. Bugün Champ de Mars, çeşitli bitkilerin, geniş yürüyüş patikalarının bulunduğu, ağaçlarla çevrelenmiş çok büyük bir keyif bahçesi işlevini yerine getirmektedir.
Uzun ve panoramik bir gezi oldu. Otelimize dönme zamanı…