1961 yılı Çapa Öğretmen Okulu Öğretim Kadrosu

Millet Caddesi’nden geçenlerin hayranlıkla ve gıptayla baktığı mavi çinili bu anıtsal bina ünlü Mimar Vedat Tek’in Erkek Öğretmen Okulu için yaptığı yapıtlarından biriydi.

Oldukça yüksek tavanları, kırmızı halıları ve büyük yaldızlı aynalarıyla bir sarayı andırıyordu.

Bir sarayı andıran bu anıtsal yapı, zamanla, kanatları altında Atatürk Eğitim Enstitüsü ile Çapa İlköğretmen Okulu Müzik ve Resim Seminerlerini de barındırır olmuştu.

İki yıl okuma şansını yakaladığım bu muhteşem okulun eğitim ve öğretim kadrosunu tanıtmayı bir vefa borcu olarak gördüm.

*****

Piyano Öğretmenimiz Halil Bedii Yönetken

2 Ekim 1961 Pazartesi, Çapa…

Haftada 10 saat Müzik dersimiz vardı. Bunun iki saati Resim Seminerindeki öğrencilerle ortaktı. Geriye kalan 8 saatin 4 saati piyano, 4 saati de keman dersleri için ayrılmıştı.

Keman derslerinin iki saati Ekrem Zeki Ün ile birlikte, diğer iki saati serbest keman çalışma saati olarak ayrılmıştı. Aynı uygulama piyano dersleri için de geçerliydi.

Bu gün ilk iki saatimiz resim semineri arkadaşlarımızla ortak olan piyano öğretmenimiz Halil Bedii Yönetken’in dersiydi. Okulun alt katındaki piyano odasında gerçekleşecekti.

Bayrak merasiminden sonra idareden sınıf defterini alıp piyano odasına girdiğimde, piyano başında oturmuş bizleri bekler halde bulmuştuk öğretmenimizi. 21 kişilik sınıfımızın tamamı yerini almıştı.

-Günaydın çocuklar, okulumuzdaki sanat ortamına hoş geldiniz. Müzik ve Resim seminerindeki öğrencilerle birlikte yapacağımız bu iki saatlik derste öncelikle müzik nedir, neden gereklidir, bir toplumu yönlendirmede öncü olabilir mi, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu konuda neler düşünüyordu ve neler yaptı? Sorularının yanıtları üzerinde duracağız.

Halil Bedii Yönetken yaptığı bu girişten sonra piyanoya dönerek tuşlara bir iki kez bastıktan sonra  ‘’Sordum Sarı Çiçeğe’’   ilahisini çalmaya başlamıştı.

‘’ Sordum sarı çiçeğe, Annen baban var mıdır? Çiçek, eydür derviş baba Annem babam topraktır.’’ Dörtlüsünden sonra gelen ‘’Hak La ilahe illallah, Allah, La ilahe İllallah’’ 

Nakaratını Halil Bedii Yönetken davudi sesiyle okumuştu.  Özellikle nakarat bölümü bütün arkadaşlarımı duygulandırmış, kendilerinden geçirmişti. Öğretmenimiz tekrar bize döndüğünde bir süre bizleri izlemiş, sonra devam etmişti.

-Etkilendiniz değil mi? Elbette etkilendiniz… Müzik evrensel olduğu kadar yerel bir dildir de. Öyledir çünkü Müzik hayatın ta kendisidir. İnsanoğlunun kendini anlatması için bulunmuş olan muhteşem ve en harika bir araçtır. Doğumumuzda var, düğünümüzde var, günlük hayatımızda var, inançlarımızda var, ölümümüzde var… Sevinç, mutluluk, acı ve hüzünlerin ifade edilmesine ve bunların yeniden hatırlanmasına eşlik etmekte, toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçası ve kültürün aktarılmasında da önemli bir rol üstlenmektedir.

Toplumlardaki değişiklikler ve yenilikler, kendini önce müzikte göstermektir. Bunu fark eden Atatürk, müziğe gereken önemin verilmesini sağlamış ve bu alanda büyük atılımlar gerçekleştirilmiştir. Atatürk, güzel sanatlar içinden müziğe verdiği önemi, konuşmalarında da dile gelmiştir. Bu konuşmalarının birinde ‘’ bir ulusun musiki eğitiminde önem verilmezse, o ulusu ilerletmenin mümkün olamayacağını belirtmiştir. 

Ayrıca Atatürk, ‘’müzik hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir.’’ Demiştir. ‘’Hayatta müzik lazım değildir.’’ Diyenlere de  ‘’Hayatın kendisi müziktir.

Müzik ile ilgili olmayan varlık insani duygulardan yoksundur. Müzik yelpazesinde yer alan ağıtlar insani duyguların müzikle ifadesidir. Eğer söz konusu olan hayat insan hayatı ise, müzik mutlaka vardır.’’

Açıklamalarından sonra tekrar piyanonun tuşlarına dönen Halil Bedii Yönetken, piyanoyu bir sihirbaz gibi çalmaya başlamıştı.

Bu kez Mozart’ın Türk Marşı’nı çalıyordu. Marşın bitiminden sonra yaptığı kısa açıklamada; Türklerin Avrupa’da hayranlık uyandırdığı dönemde Mozart Mehter marşından etkilenmişti.

Mozart 1783 yılında 11 numaralı Majör Piyano sonatının üçüncü bölümünde Ronda alla Turca adıyla Türk Marşı’nı bestelemişti.

Halil Bedii Yönetken piyano ile klasik müzik parçalarının yanı sıra ilahilerin de daha iyi okunabileceğini gösterir, ünlü bestecilerin plaklarını dinletirken, açıklamalar da yapardı.

Besteyi, adeta yaşatırdı. Bu nedenle Halil Bedii Yönetken ‘in derslerinden büyük keyif alırdık. Hala, sabah yürüyüşlerinde, kulaklığımda klasik müzik dinlerken, rahmetli öğretmenimi anımsar, müzik parçasının bir yerinde, ırmağın coştuğunu, bir çağlayana yaklaştığını hayal ederim.

Hala hayranlıkla andığım Halil Bedii Yönetken 1899 yılında Bursa’da doğmuştu. Müzikolog, folklor araştırmacısı ve eğitimci olan sanatçı  İlk ve orta öğrenimini Bursa’da, yüksek öğrenimini İstanbul’ da Musiki Muallim Mektebinde tamamladıktan sonra, yurdumuzun çeşitli yörelerindeki okullarda müzik öğretmenliği yapmıştı.

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1928 yılında pedagoji öğrenimi yapmak üzere Çekoslovakya’ya gönderilmişti, Prag’da Devlet Konservatuvarını bitirdikten sonra Almanya ve Fransa’ya giderek oralarda çalışmalarını sürdürmüştü.

Yurt dışındaki öğrenimini tamamladıktan sonra 1932 yılında yurda dönmüş, Gazi Eğitim Enstitüsü müzik öğretmenliğine atanmıştı. 1936’da Ankara Devlet Konservatuarı’na Kulak Eğitimi ve Koro Öğretmeni olan Yönetken bir yandan da Ankara Radyosu’nda ses yönetmenliği ve gece yayınlanan Plaklarla Batı Müziği adlı açıklamalı bir müzik programı yapmıştı.

1933- 1957 yılları arasında Ankara’da çeşitli görevlerde bulunmuş, Milli Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünde şube müdürlüğü yapmıştı.

İyi bir eğitimci olmanın yanı sıra folklor araştırmacısı olan Halil Bedii, Ankara Devlet Konservatuarının 1937-1951 yılları arasında yaptığı bütün derleme çalışmalarına katılmıştı.

1957’de İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsü müzik öğretmenliğine naklini yaptıran Yönetken aynı zamanda İstanbul Belediye konservatuarı folklor uzmanı olmuş ve İstanbul Radyosu’nda da ses yönetmenliği yapmıştı.

On parmağında on marifeti olan öğretmenimiz müzikle tanışmamızın ana karnında başladığını vurguladıktan sonra, anaların ninnileriyle geliştiğini söylemişti.

Müzik yalnızca vurmalı, nefesli ve yaylı çalgı aletlerinden duyduğumuz melodiler değildir. Demiş ve devam etmişti. Bir rüzgârın ve yağmurun sesi, doğadaki kuş sesleri, hepsi birer müzik unsurudur. Öyledir çünkü müzik kültür olarak kendini doğadaki seslerden almıştır.

Şimdi sizlere iyi bir örnek olarak arkadaşınız Mehmet Akıncı’nın sınav için hazırladığı Vivaldi’nin Dört Mevsim adlı konçertosunu dinleteceğim. Dedikten sonra pikaba bir uzunçalar koymuştu.

Plak pikapta dönerken Antoni Vivaldi’nin 1723’te bestelediği “Dört Mevsim” başlıklı solo keman ve yaylı çalgılar konçertosunun müzikte çok özel bir yeri vardır.

Bunun nedenlerinden biri de, eser dört mevsimi betimlemesine karşın tümüyle bahar havasını yansıtmasıdır.

Vivaldi’nin Dört Mevsim Konçertosu  bir şiir üzerine yazılmış olup, her tema bir olayı ya da canlıyı anlatmaktadır.

Pikapta eser seslendirilirken temalarda yer alan  “avcıların kovaladığı ceylan”, “buzda kayan adam”, “saka kuşu”, “pınarların fışkırması” gibi konuları anlatmıştı Halil Bedii Yönetken. Eser sona erdiğinde Antoni Vivaldi’nin yaşam hikâyesini de kısaca anlatmıştı.

28 Aralık 1968’de İstanbul’da bu dünyadan göçen Halil Bedii Yönetken’e şükran duygularımı anlatabilmek için bu yazıyı hazırladım. Işıklar içinde uyusun.

*****

Keman Öğretmenimiz Ekrem Zeki Ün

27 Eylül 1961 Çarşamba, Çapa…

Bu sabah Ekrem Zeki Ün’ün 4 saat Müzik dersi var. Atatürk’ün “Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Projesinde” özel önem verdiği müzik eğitimi ve seslendirme kurumlarının Batılı anlamda yapılandırılması için yetenekli müzik öğrencileri devlet bursuyla Avrupa’ya yollanmıştı.

Ulusal Çağdaş Çok sesli Türk Müziği yaratmak için öncelikle bestecilerin yetişmesine önem verilmiş olup, Avrupa’ya müzik eğitimi için gönderilen I. kuşak arasında bulunanlardan biriydi Ekrem Zeki Ün.

Çok yoğun bir çalışma temposu olduğundan dersleri Çarşamba sabahına toplanmıştı. İlk iki saat müzik teorisi ve kompozisyon üzerine konuşma yaptığını öğrenmiştik üst sınıflardan. Sonraki iki saat uygulamalı ders olup, keman tutma, yay çekme ve parmakları kullanma üzerine çalışılacaktı.

Resim Seminerindeki arkadaşlarımızın da Selahattin Taran ile 4 saat dersleri vardı. Onların da ilk iki saati kuramsal olup, son iki saati uygulamalıydı.

Benimle birlikte  Akif İken, Kadir Karkın, İbrahim Kazan, Muhsin Eryılmaz, Eşref Aykan, Yıldız, Nezahat, Emel, İzzet ve adını anımsayamadığım iki arkadaşım daha alt kattaki müzik odasına girdiğimizde üzerinde bir keman bulunan piyanonun başına oturmuş bizi bekliyordu Ekrem Zeki Ün.

Güler yüzle karşılamıştı bizleri. Rahatlamıştık…Bir süre bizi süzdükten sonra

-Bugün öncelikle Müzikte önemli bir yeri olan Kompozisyon kavramı ile derse başlayacağız. Teori bilinmeden kompozisyon yazamazsınız. Diye başlamıştı konuşmasına. 

İnsanlar yaşadıkları çeşitli toplumsal olayları, acıları, sevinçleri, duygu ve düşüncelerini birbiriyle uyumlu ses ve söz kalıplarıyla ifade etme yolunu tercih etmiş ve bu yolla da olayları anlatmada en etkili ifade yöntemini, müziği bulabilmiştir. İnsanlık tarihi ne kadar eskiyse, müzik tarihi de o kadar eskidir.

İnsanlık geliştikçe, müzik de gelişmiştir. İnsan varoluşuyla birlikte, toplu olarak yaşamayı tercih etmiş, hayatın tüm zorluklarında birbirine destek olmuştur. Bu toplu yaşama içgüdüsünün sonucunda, müziksel faaliyetler de gruplar halinde yapılmış, korolar ve fasıl grupları oluşturulmuştur. 

Başlarda haberleşme amacıyla kullanılan tahta ya da kemikten yapılmış borular, giderek toplu icralarda kullanılan müzik aletleri haline gelmiştir. Buna bağlı olarak, toplu icra tarihinin insanın varoluş tarihi kadar eskilere dayandığı da açıkça görülmektedir.

Müzik Teorisi araştırmaya, çözümlemeye, yeni teoriler oluşturmaya ve bunları bir sistematik içinde bilimsel metotlarla değerlendirmeye dayalı bir alandır.

Kompozisyon ise eldeki verilerden yola çıkar ve yeni eserler üretir. Yeni eser üretiminde tarihsel ve güncel teorik bilgi sahibi olmak, eldeki verileri yorumlamada ve yaratıcılık sürecinde önemli bir rol oynamaktadır.

23 Kasım 1910 tarihinde İstanbul’da doğan Ekrem Zeki Ün İstiklal Marşımızın bestecisi olan Osman Zeki Üngör’ün oğluydu. Babası Osman Zeki kültürel müzik alanında Batı uygarlığına yönelen ilk kemancı ve Saray Orkestrası’nın şefiydi. Dedesi ise Osmanlı Askeri Bandosu bünyesindeki Fasl-ı Cedît’in kurucusu, 1820-1895 yılları arasında yaşamış olan, Santurî Hilmi Beydi.

Müzisyen bir ailede doğup büyüyen Ekrem Zeki Ün, dört yaşında ilk keman derslerini babasından alarak müziğe başlamıştı. İlk ve orta öğretimini İstanbul’da tamamlayan sanatçı, 1924 yılında 14 yaşındayken Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yurt dışı müzik öğrenimi için açılan sınavı birincilikle kazanarak Fransa’ya gönderilmişti.

Altı yıl boyunca kaldığı Paris’te Ecole Normale de Musique’de keman eğitimi görmüştü. Öğrencilik yıllarında özellikle izlenimci ressamların tablolarına ilgi duymuş ve resim ile müzik arasındaki ilişkiyi incelemişti.

Ekrem Zeki Ün İlk beste çalışmalarına başladığı bu dönemde, doğadaki unsurların kişide oluşturduğu izlenimleri yansıtmayı amaçlayan izlenimciliğin etkilerini yansıtan eserler yazmıştı.

1930 yılında yurda dönen Ün, babasının müdürlük yaptığı Musiki Öğretmen Okulu’na öğretmen olmuştu.

1936 yılında devlet Konservatuvarı olan Ankara Mamak’taki bu okul 1924 te Atatürk’ün önerisiyle, müzik öğretmeni yetiştirmek amacıyla kurulmuştu. Tiyatro, müzik ve opera bölümleri bulunan okul bünyesine 1950’de bale bölümü de eklenmişti.

1934 yılında İstanbul’a yerleşerek öğretmenliğini sürdürmüştü. 1938 yılında ünlü piyanist Verda Ün ile evlenmişti.

1945 yılında İstanbul Belediye Konservatuarı’nda keman öğretmenliğine getirilmiş ve konservatuar öğrenci orkestrasını yönetmeye başlamıştı. Ayrıca İstanbul Şehir Orkestrası konuk şef olarak yöneten Ekrem Zeki Ün,  Cemal Reşit Rey’in çalışmalarına destek olmuştu.

Hayatını çalışmaya ve üretmeye adamış, yaratıcı ve besteci, eğitimci ve yorumcu, öncü bir sanat adamıydı Ekrem Zeki Ün. Yapıtlarını sürekli bir arayışın ürünleri olarak veren Ün, bestelediği her yeni yapıtında kendini yenilemeyi öngörerek önceki yaratılarını beğenmediğini açıklamıştı. Özeleştirel yaklaşımdan güç almıştı.

Ekrem Zeki Ün kendini; düşünen, entelektüel öğrenciler yetiştirmeye adamış Türkiye’nin en önemli keman üstatlarından ve kompozitörlerinden biriydi.

Onun amacı sadece kemancı yetiştirmek değildi. Kemanın yanı sıra zihni ve kişiliği aydın güçlü bir kişilik yetiştirmekti. Tam da Atatürk’ün istediği gibi…

 Bir eser üzerinde çalışırken eseri sadece teknik kapasitesi ya da ne kadar zor olduğuyla değerlendiremezsiniz. Sadece o eseri ya da notaları çalmanız onu yorumlamaya yetmez. Demişti kuramsal derslerinde.

Donanımınız mükemmel olmalı bir eseri yorumlayabilmeniz için. Onun yazıldığı koşulları bilmelisiniz. Sosyolojik ve politik açılardan o devirde neler olduğunu, bestecinin hayatını, besteleme tarzını ve hatta aynı devirde yasayan diğer bestecilerin eserlerini, giyim-kuşam, edebiyat gibi konularda tam bilgiye sahip olmalısınız.

Bütün bu bilgileri sentezleme biçiminiz, yeteneğinizle de birleşince bir yorumcu olarak sizi üstat yapar.

Bitmek tükenmek bilmeyen çalışma azmi, yorumcu, eğitimci, besteci, araştırmacı ve yenilikçi kimliği, Türk müziğine hizmet tutkusu ile müzik kültürü ve tarihimize eşsiz katkılarda bulunmuştu.

Müzik sanatı ve eğitimimizi şekillendirmiş en önemli sanatçılardan biri olan Ekrem Zeki Ün, ardında çok sayıda eser, izinde ilerleyen yetiştirdiği pek çok sanatçı ve eğitimci bırakarak 24 Mart 1987’de Dublin’de, 77 yaşında hayata veda etti.

*****

Resim Öğretmenimiz Selahattin Taran

29 Eylül 1961 Cuma, Çapa…

Bu gün ilk iki saatimiz resim seminerinde bulunan arkadaşlarımızla ortak olan resim öğretmenimiz Selahattin Taran’ındı.  

Resim seminerinde bulunan Halit Armutlu, Şekip Oğuz, Lütfiye Oğuz, Ali Özocak, İbrahim Demirel, Gülay Medetgil, Betül Öztop, Erol ve adını anımsayamadığım diğer üç arkadaşımız daha önce tanışmışlardı öğretmenimizle. Müzik seminerinde bulunan bizler ilk kez tanışacaktık.

Müzik öğretmenlerimiz Ekrem Zeki Ün ve Halil Bedii Yönetken ’de olduğu gibi asıl adı Selahattin Hüsnü Taran olan öğretmenimiz de bizden önce yerini almıştı resim atölyesinde. Sınıfımızın tamamı yerleştikten sonra ‘’Günaydın çocuklar, güzel sanatların önemli kollarından biri olan resimle haşır neşir olmaya hazır mısınız?’’ Dedikten sonra  ‘’ Sanat yaşama gülümseyebilmektir.

Yaşama gülümseyebilmek de sanattır. Öyledir çünkü gülümseyen birine ne kadar güzel, ne kadar çekici, tıpkı bir sanat eseri gibi…’’ Denmesinin nedeni budur. Sabahları karşılaştığınız herkese gülümseyerek Günaydın demekle Sanat yaşamınızı başlatmış olursunuz.’’ Demişti.

Taran öğretmenimin bu tanımlaması kulağıma, kulağımdan hiç çıkmayan bir çift küpe olmuştu. Olmuştu çünkü tanıdık ve bildik olsun olmasın, bana bakan karşılaştığım herkese ‘’Günaydın’’ demekteyim hala…

Sanatı yaşatan insandı Selahattin Taran. Onun içindir ki ‘’ Sizlere salt resim değil, sanatın her alanında sanatla iç içe olmanızı, sanatın yaşamamıza olağanüstü bir katkı sağlayacağını da anlatmaya çalışacağım.’’ Demişti.

Müzik, resim ve heykeltıraşlık gibi sanat dallarının Türk halkının yaşamına önemli katkılar sağlayacağını her toplantıda sürekli vurgulayan Genç Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten etkilenmiş ve O’nun yolunda yürüyenlerden biri olmuştu Selahattin Taran…

Atatürk; 1924 yılından itibaren devlet bursuyla Avrupa’ya gönderip, yetişmelerini sağladığı bütün ressamlardan Genç Cumhuriyeti ve devrimlerini resmetmelerini istemişti.

Atatürk’ün yaşadığı dönemlerde Türk ressamları yurdun dört bir yanına gitmişler, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluşunu betimleyen yeni eserler meydana getirmişlerdi. Bu eserler Ankara’da “İnkılap Sergisi” adı altında sergilenmişti. “Kurtuluş Savaşı ve Atatürk Devrimleri” konulu sergi Ankara’da  Atatürk’ün katılımı ile açılmıştı.

Türkiye’de heykel ve anıt dikilmesine başlanması da, Atatürk’ün getirdiği yeniliklerden biriydi. Büyük Önder’in bu yönlendirmeleri sonucunda Türkiye’de resim ve heykel sanatları önemli ölçüde gelişme kaydetmişti. Türk milletinin sanatsal geçmişine de sahip çıkan Atatürk, 1937 yılında Resim ve Heykel Müzesi’ni açarak, cumhuriyet öncesi ve sonrası dönemin sanatsal ürünlerini aynı çatı altında bir araya getirmişti.

Ankara Resim-Heykel Müzesi’nin açılmasıyla millî birliğin sanat alanına yansıması hedefine ulaşılmıştı. Bu hedefler doğrultusunda çalışanlardan biri de ben oldum, olmaya da devam ediyorum. Demişti Selahattin Taran öğretmenimiz.

Selahattin Taran yalnız öğretmen değil, kimin için sanat yaptığını bilen bir ressamdı. 1918 yılında doğmuş olan Selahattin Taran, 1942’de Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş bölümünü bitirmişti.

1957- 1958 yılları arasında bir süre İlköğretim resim müfettişliği de yapan Taran, 1958’de Gazi Eğitim Enstitüsü öğretmenliğine getirilmişti. 1960’da İstanbul Çapa Öğretmen Okulu Resim Semineri öğretmenliğine atanmıştı. İyi ki atanmıştı… Selahattin Taran ve diğer sanatçı öğretmenlerimiz sayesinde hayata bir ölçüde de olsa sanatçı gözüyle bakmaya başlamıştık.

Selahattin Taran’ın yetiştirdiği öğrencilerinden öğretmenliği sürdürenlerin yanı sıra müzik ve yazın sanatında yoğunlaşanlar oldu.  Resim dalında yoğunlaşıp, ürünler verenler ülkemizin tanınmış sanatçıları ve sanat eğitimcileri oldular.

Öğrencilerinden bazıları Habib Aydoğdu, Gülsün Erbil, Hatice Gülmez, Sebahat Hasırcıoğlu, Hilmi Özbay, Hasan Pekmezci, Şükran Pekmezci, Zeki Şahin, Sabahattin Şen, Abdurrahman Kaplan, Mustafa Ayaz, İbrahim Demirel, Muharrem Pire ve diğerleri.

İnternette yaptığım uzun araştırmalarda pek fazla bilgi bulamadığım Selahattin Hüsnü Taran ünlü reklamcı Ali Taran’ın babasıdır.

*****

Fizik Öğretmenimiz Meziyet Çağlayan

2 Ekim 1961 Pazartesi, Çapa…

Bu sabahki ders programında Meziyet Çağlayan’ın Fizik ve Münevver Baç’ın Kimya dersleri var. Öğretmenlerinin her ikisi de devlet kitapları yazarlarından olup,  konularında uzman öğretmenlerdi.

Geçtiğimiz iki hafta içinde karşılıklı olarak birbirimizi tanıma ve derslerde hangi konuları nasıl işleyeceğimiz konuları üzerinde durmuştuk.

Bayrak merasiminden sonra idareden sınıf defterini almış, yoklamayı bitirmiştim ki Fizik öğretmenimiz Meziyet Çağlayan kapıdan girdi. Hepimiz ayağa kalktık.

Günaydın çocuklar, dedikten sonra bana dönerek, Herkes tamam mı Akıncı?  Tamam Öğretmenim. Deyince de, Oturun çocuklar. Dedi. Ders defterini imzaladıktan sonra bizlere dönüp,

-Geçtiğimiz iki hafta içindeki derslerimizi de dikkate alarak, neden fizik okumak zorundayız, kim üzerinde konuşmak ister?

Sorusunu yöneltti. Bir süre kalkan parmaklara baktıktan sonra,

-Sen ne düşünüyorsun Kadir?

Kadir Karkın arkadaşımız müzik derslerinin favorilerinden biriydi. Müzik ve resim öğretmenlerimizin anlattıklarından etkilenmiş, doğanın bir parçası olan müziğin fen bilimleriyle olan bağlantısı üzerinde sorular sormuştu öğretmenlerimize.

Oturduğu sıradan ayağa kalkarak,

-Fizik derslerinin piyano ve kemanla bağlantısını kurarak anlatmaya çalışayım öğretmenim.

Piyano ve kemandan çıkan her sesin bir notası, her notanın da saniyedeki titreşim sayısı vardır. Saniyedeki titreşim sayılarını Frekans olarak tanımladı müzik öğretmenlerimiz.

Nitekim gırtlaklarımızdaki ses tellerinin titremesiyle bizler de konuşmanın yanı sıra türkü söyler, ağıtlar yakarız. Ses tellerimizin frekansları ve tonları birbirimizden farklı olduğundan, görmesek de arkadaşlarımızın seslerini tanırız.

Gırtlağımızdaki ses tellerinde olduğu gibi bütün müzik çalgılarındaki notalar ve yerleri fizik kurallarına göre belirlenmiştir.

Diğer taraftan Fen bilimleri günlük yaşamın ta kendisi olup, yaşamsal önemdedir. Duyma, görme, dokunma, koku ve tat alma olarak tanımlanan beş duyumuzun çalışma prensibi farklı frekanslara sahip madde ve elektromanyetik dalgalarla sağlanmaktadır.

Söz gelimi geçen hafta işlemeye başladığımız ve üzerinde önemle durduğunuz kuvvet kavramı…

Boynuzlu otobüslerde elektrik enerjisinin motor kuvvetine dönüştüğünün farkına vardık. Fren kuvveti uygulandığında ise hareket enerjisinin fren balatalarında sürtünme yoluyla ısı enerjisine dönüştüğünü anladık.

Yeterli kuvvetin uygulandığı her ortamda, kuvvetin etkisinde kalan maddelerde hız değişikliğine neden olduğunu öğrendik.

Bir süre Kadir’i dinleyen Meziyet Çağlayan,

-Teşekkür ederim Kadir. Beni mutlu ettin. Şimdi de güncel yaşamımızda sıkça başımıza gelen bir olay üzerinde duralım.

Dedikten sonra arka sıralarda oturan İzzet arkadaşımıza,

-Söyler misin İzzet… Boynuzlu otobüslerde seyahat ederken şakacı bir sürücü, aniden frene basarsa ya da gaz pedalına basarsa ne olur?

İzzet bir süre düşündükten sonra,

-Önümüzdekileri kucaklamak zorunda kaldığımız gibi aniden gaza bastığında da arkadaki yolcuların kucağına oturmak zorunda kalırız öğretmenim?

-Haklısın İzzet…Durgun olan cisimler harekete karşı koyarken, hareketli olanlar da hızlarındaki değişiklere karşı koyma eğilimindedirler.  Fizikçiler bu davranışa ”Süredurum ya da Eylemsizlik İlkesi” adını vermişler.

Elinizdeki bir tabakta masaya yemek götürürken ayağınız bir yere takılır, hızınız azalırsa tabaktaki yemeğin önünüzdeki misafirin üzerine dökülmesi de hız değişikliğine tepkidir.

Fizik derslerinde Newton’un I. Hareket yasası olarak anlatılan Eylemsizlik ya da Süredurum yasası araçlardaki emniyet kemerlerinin zorunluluğunu da anlamamızı sağlar.

İçinde bulunduğunuz bir otomobil 30 m/s ya da 108 km/sn hızla giderken, yanlış bir sollama ile karşıdan gelen bir araçla çarpıştığında Eylemsizlik yasası devreye girer.

Çarpışma sonrasında araç durur ama emniyet kemeri takmamış iseniz bedeniniz aynı hızla hareketinizi sürdürmek ister ve aracın ön camından dışarı fırlayabilirsiniz ki ölümlü bir kaza ortaya çıkar.

Günel ve toplumsal yaşamda karşımıza çıkan her olayın fiziksel bir uygulama olduğunu anlamaya başlamıştık Fizik Derslerinde.

Gittikçe daha çok sever olmuştuk Meziyet Çağlayan’ın fizik derslerini. Köy Enstitülerinin yaşayarak ve yaşatarak öğrenme, öğretme yöntemleri burada da uygulanıyordu. İki saatin nasıl geçtiğini anlamamıştık.

*****

Kimya Öğretmenimiz Münevver Baç

2 Ekim 1961 Pazartesi, Çapa…

İlk iki saatimiz Fizik dersiydi. Gittikçe daha çok sever olmuştuk Meziyet Çağlayan’ın fizik derslerini. Köy Enstitülerinin yaşayarak ve yaşatarak öğrenme, öğretme yöntemleri burada da uygulanıyordu. İki saatin nasıl geçtiğini anlamamıştık.

Sınıf kapısı biraz şiddetli çalınınca, hep birlikte baktık. Kimya Öğretmenimiz Münevver Baç kapıyı açıp başını uzattıktan sonra,

-Meziyet öğretmenim izniniz olursa çocuklarla biraz da ben ders yapayım…

Deyince Meziyet Hanım özür dileyerek sınıftan ayrıldı.

Rulo yapılmış büyükçe bir periyodik cetvel levhasıyla sınıfa giren Münevver Baç,

-Günaydın Çocuklar, bu gün sizlerle evreni oluşturan maddenin, galaksilerin, yıldızların, gezegenlerin ve doğal olarak yaşamın oluşumunun şifreleri üzerinde konuşmak istiyorum.

Bu şifrelerin farkına varabilir ve öğrenebilirsek insanlığın ihtiyacı olan her türlü maddeyi üretebilecek hale gelebiliriz.

Dedikten sonra periyodik cetvel tablosunu tahtaya astı.

-Sözünü ettiğim şifrelerin anahtarı tahtaya astığım periyodik cetveldeki sembollerdir. Farkına varacağınız sırlar ve şifreler kimya derslerine olan ilginizi arttıracaktır.

Elimdeki işaret çubuğu ile göstereceğim tablonun sol üst köşesinde evrendeki en basit element Hidrojendir. Evrenin başlangıç yıllarında sadece Hidrojen atomları vardı.

H sembolüyle gösterilen Hidrojen evrenin temel taşıdır. Bu nedenle atom numarası ‘’1’’ dir. Normal basınç ve sıcaklıkta renksiz, kokusuz ve yanıcı bir gaz olan Hidrojen evrendeki bütün maddeleri oluşturan bir elementtir.

Bir bakıma evrende aklımızın havsalamızın alamayacağı boyutlarda bir Hidrojen imparatorluğu vardır.

Yerçekimi olarak bildiğimiz kütle çekimi nedeniyle milyarlarca Hidrojen atomu bir araya geldikçe, kütle çekimi de büyüdü. Atomlar sıkıştıkça olağanüstü basınç ve sıcaklıklar ortaya çıktı.

Hidrojen kolonilerinin merkezindeki olağanüstü basınç ve sıcaklıkta, önce iki hidrojen atomu kaynaşarak tablonun sağ üst köşesindeki Helyum atomunu oluşturdular. Giderek, çekirdek kaynaşması ile Helyumun yanı sıra, Karbon, Oksijen, Nitrojen ve periyodik tablodaki Demir’e kadar olan diğer tüm elementleri de üretildi. Bu oluşumlara sıcak füzyon adı verildi.

Evrenin ve yaşamın temel taşı olan Hidrojen elementinin çekirdek kaynaşması olarak bilinen sıcak füzyon yoluyla oluşan 16 atom numaralı Oksijen elementi tablonun ikinci sırasının sağ tarafında, Azotla Flor arasında yer almaktadır.

Doğal koşullarda atom numarası 1 olan Hidrojen yanıcı, atom numarası 8 olan Oksijen yakıcı bir gazdır. Her ikisi de biyolojik yapılar için zararlıdır.

Oysa gezegenimizdeki yaşamın kaynağı ‘’SU’’ dur. Tam da bu noktada periyodik cetveldeki sırlar ve şifreler devreye girer. Hidrojen ve Oksijeni belirli oranlarda birleştirebilmek…

Su, canımızın canlılığın hayati özüdür. Basit yapılı bir molekül olmasına rağmen, bilim adamları, suyun gizemini, hala tam olarak çözebilmiş değiller.

Diyen Kimya Öğretmenimiz Münevver Bac’ın dersleri de oldukça ilginç olmaya başlamıştı. Kimya derslerini de sevmiştik.

*****

Türkçe Öğretmenimiz Enver Naci Gökşen

9 Ekim 1961 Pazartesi, Çapa…

Daha ilk dersinde sevmiştim Enver Naci Gökşen’i…

1916 yılında İstanbul’da doğduğunu, İlk ve ortaöğrenimini İstanbul’da yaptığını ve 1935 yılında da şu anda çatısı altında bulunduğumuz İstanbul İlköğretmen okulunu bitirdiğini anlattıktan sonra yine bu çatı altında bulunan Eğitim Enstitüsü ile sizlerin Türkçe-Edebiyat derslerinize gireceğim demişti.

Sonraki günlerde ikinci ve üçüncü sınıflardan edindiğimiz bilgilerden, 27 Mart 1891- 26 Mayıs 1944 tarihleri arasında yayımlanmış fen, magazin, sanat ve edebiyat dergisi olarak Servet’i Fünun ve Yarım Ay dergilerinde çıkan yazı ve hikâyeleri ile edebiyat dünyasına giren biriydi Enver Naci Gökşen. 

İstanbul’da haftalık olarak yayımlanmış olan dergide 53 yıl boyunca ünlü edebiyatçılar görev yapmışlardı. Üstelik dergi bir edebiyat akımına da adını vermişti.

Anadilimiz Türkçe üzerinde önemle duran, ayda bir Ankara Türk Dil Kurumu toplantılarına katılan ve Öztürk’çe sözcüklerle geri dönen Enver Naci Gökşen Anadilinin önemini ve kapsadığı alanları en iyi şekilde Konfüçyüs’e atfedilen kısa bir öykü ile dile getirmişti.

Konfüçyüs’e sormuşlar: “Eğer bir ülkede yönetici olsaydınız, ilk olarak ne yapmak isterdiniz?”

Konfüçyüs cevap vermiş: ”Kuşkusuz ilk iş olarak dili düzeltirdim.”

Bu cevap üzerine dinleyiciler şaşırarak sormuşlar: “Niçin?”

Konfüçyüs’ün karşılığı: “Çünkü, eğer dilde bozukluk varsa, söylenen şey, söylenmek isteneni anlatmaz; eğer söylenen, istenen anlamı yansıtmazsa, yapılması istenen şey yapılmaz; eğer istenen yapılmazsa, ahlak ve sanat bozulmaya uğrar; eğer ahlak ve sanat bozulursa, adalet doğru yoldan çıkar; eğer adalet doğru yoldan çıkarsa, halk çaresiz bir bunalıma sürüklenir. Sonunda söylenen söz hakkında doğru karar verme fırsatı kalmaz. Böyle bir durumu önlemek, her şeyden önemlidir.”

Dilimizdeki bozuklukların giderilmesi konusunda Türk Dil Kurumu’nun önemli çalışmalar yaptığını anlatan Enver Naci Gökşen, efsane Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel zamanında ülkemize kazandırılan Dünya Klasiklerini okumamızı öneriyordu.

Her ay bu kitaplardan birini okuyarak özetlememizi ve sınıfa sunum yapmamızı istemişti.

 Enver Naci Bey Yazarı tanımanın eseri daha iyi anlamamıza yardım edeceğini vurgulayarak. ”Okuduğunuz bir kitabın şairini, romancısını, yazarını öğrenmeden o kitabı okudum, demeyeceksiniz” öğüdüyle donatmıştı bizleri.

İyi ki onun öğrencilerinden biri olma şansını yakalamıştım.

*****

Matematik Öğretmenimiz Tevfik Aras

12 Ekim 1961 Çarşamba, Çapa…

Müzik dalındaki ilgi ve başarı şansımdan çok Fen Bilimlerinde başarılı olacağımı keşfeden öğretmenlerimden biridir Matematik Öğretmenim Tevfik Aras. Bir sonraki yıl sömestr tatili dönüşü idareden sınıf defterini almaya gittiğimde ‘’Akıncı Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na gitmek ister misin?’’ Sorusunu sormuştu. İyi ki sormuştu…

Matematik ve rakamların dilinden sıkça söz ederdi derslerinde. Tıpkı Anadilimiz Türkçe ve diğer yabancı diller gibi…Bazen daha da ileri gider, Matematiğin bütün dillerin üstünde olan evrensel bir dil olduğunu söylerdi. Yıllar sonra farkına varacaktım. Anadili ve yardımcı dilleri ne olursa olsun bütün bilim adamlarının ortak ve evrensel dilinin matematik olacağını.

Büyük medeniyetlerin ve dünya kültür mirasının temellerini atan Sümerler ‘de bazı dehalar, M.Ö. 3500 ile 3000 yılları arasında, devasa bilgileri beynimizin dışında bir yerde tutmak için uygun bir sistem oluşturdular. Özellikle mal ve akçeli işler için oluşturdukları somut işaretlerle, insan beyninin sınırlarından kurtulmamızı sağladılar. İmparatorluklarının önü açıldı. Tarih sahnesine diğer medeniyetlere nazaran daha erken çıkmaları sağlandı.

Sümerler tarafından oluşturulan bu veri işleme sistemine ‘’YAZI’’ denildi. Belki de Kısmi Yazı sistemi demek daha doğruydu…

İlk veri depolama ve işleme sistemi olan Sümerlerin oluşturduğu Kısmi Yazı matematiğin anası olarak işe başladı ve bu günlere gelindi. 

Kısmi bir yazı sistemi olarak kalmış olmasına rağmen dünyanın en baskın dilidir Matematik. Neredeyse tüm ülkeler, şirketler, örgütler ve kurumlar, İngilizce ve Türkçe gibi, hangi tam dili konuşuyor olurlarsa olsunlar, veri kaydetmek ve işlemek için matematiksel yazı dilini kullanırlar.

Devasa bilgileri beynimizin dışında bir yerde depolamak ve işlemek için Sümerlerin oluşturdukları somut işaretler günümüzde ”0” ve ”1” işaretlerinden oluşan 1950’lerde bilgisayarların gelişmesi ile bilgisayar tabanlı ikili yazı sistemi harikalar yaratıyor ve yaratacaktı.

Devlet yönetimlerinin, şirketlerin ve kurumların kararlarını etkilemek isteyenler mutlaka Kısmi Yazı dili olan matematikteki rakamların dilini öğrenmek zorundaydılar.

Günlük yaşamda kullandığımız 10’luk sistemin işaretleri Arap rakamları olarak bilinse de aslında Hintliler tarafından oluşturulmuştu. Hindistan, dünyanın en gelişmiş uygarlıklarından biriydi. Büyük uygarlıkların kurulması Arap Yarımadası ve Avrupa’dan çok daha önce gerçekleşmişti.

Araplar Hindistan’ı işgal ettiklerinde, veri depolama ve işlemek için kullanılan (0,1,2,3,4,5,6,7,8,9) sembolleriyle oluşturulan 10’luk sistemi oldukça yararlı bulmuşlar ve geliştirmişlerdi. Hintlilerin rakamlarına toplama, çıkarma ve çarpma işaretlerini ekleyerek modern matematiğin temelini atmışlardı.

Matematiğin en üst ve ortak dillerden biri olduğunu öğreten Tevfik Aras öğretmenime şükranlarımla…

*****

Okul Müdürü ve Tarih Öğretmenimiz Niyazi Akşit

13 Ekim 1961 Perşembe, Çapa…

İlk iki saatimiz Niyazi Akşit’in Tarih dersi…

Yoklama defterini yazıp bitirdiğimde Niyazi Öğretmenim kapıdan girdi. Hep birlikte aya kalkan sınıfı gözden geçirdikten sonra,

-Günaydın çocuklar. Oturun lütfen.

Dedikten sonra bana baktı.

-Sınıf tamam öğretmenim.

Deyip sırama geçtim. Sınıfımızı bir süre süzdükten sonra, 

-Eğitim biraz da yaşadığımız şehir ya da yöre ile bütünleşmektir. 

Deyince  İvriz’deki Tarih Öğretmenim Hüseyin Seçmen aklımdan geçti bir an. Aynı sözleri söylemişti İvriz Kaya Anıtını araştırırken.

-İstanbul ile bütünleşebilmek, tarihini ve havasını soluyabilmek için yaklaşık 2000 yıl gerilere gitmemiz. Gerekiyor. Bizantion ya da Bizantiyon İstanbul şehrinin kent olarak ilk atası ve Konstantinopolis’ten önceki adıdır. 

Şehir stratejik konumundan ötürü daha sonraki dönemlerde önce Bizans, Doğu Roma, Latin, tekrar Doğu Roma ve Osmanlı İmparatorluğunun başkenti olmuştur.’’ Dedikten sonra devam etti.

Arkeoloji bilimiyle yaşadıkları coğrafyaya ait geçmiş kültürler hakkında daha fazla bilgiye sahip olan günümüz toplumları, bu kültürel mirasa sahip çıkarak ne kadar kadim bir kültürün parçası olduklarını kanıtlamış ve bunu diğer toplumlar üzerinde bir üstünlük ve gelişmişlik algısı yaratmak için kullanmışlardır.

Günümüze değin yapılan arkeolojik çalışmalar üzerinde bulunduğumuz yarımadanın 8000 yıllık yerleşim tarihini yorumlamaya olanak vermemektedir.

Antik kentin tarihi ile ilgili anlatıların pek çoğu, Megaralı kolonicilerin bölgeye yerleştiğini bildiğimiz M.Ö. 7. yüzyıldan başlamaktadır.

Megaralı Kral Byzas M.Ö. 667 yılında, yarımadanın burnunda birinci tepeyi ve eteklerini kaplayacak büyüklükte, Topkapı Sarayı yerleşkesinden daha küçük bir alana, surlarla çevrili küçük bir şehir devleti kurmuştu.  Bizans ya da Bizantion…

Günümüze ulaşan antik kaynaklardan edindiğimiz bilgiler bu kentin kuzey kıyısı Haliç’te liman, en yüksek noktasında Yunan tanrılarına adanmış kutsal merkez Akropolis, tepenin eteklerinde çarşı, hamam, tiyatro, meydan gibi yapılar ile kent merkezinde ve kırsalında ibadet amaçlı kutsal alanlar bulunmaktadır.

Kara ulaşımının zor ve olanaklarının oldukça kısıtlı olduğu M.Ö. 7. yüzyıl dünyasında, farklı ulaşım ağlarının kavşak noktasında yer alan, üç yanı denizlerle çevrili bu bölge, yarımadanın birinci bölgesi, ticaret ve savunma olanakları ile insan yerleşimlerini kendine çekmiştir.

Bizantion ya da Bizans Şehir Devleti, balıkçılık ve tarımla uğraşmasına rağmen kısa zamanda bölgenin en önemli ticaret merkezlerinden biri olmuştur. Bizantion’un Trakça’dan gelme adı, sonraki yıllarda Yunanlılarca efsaneleştirilerek, Magaralı Kral Bizans’ a atfedilmiştir.

M.Ö. 667 yılında Bizantion adını alan İstanbul M.Ö. 196’da Roma hakimiyetine girer. Roma İmparatoru Septimius Severus tarafından Roma İmparatorluğu’na Roma Bağımsızlık Bildirgesi’yle dahil edilmiştir.

Şehir Roma İmparatoru Vespasianus tarafından 1. yüzyılda imparatorluğa sağlam bir şekilde bağlı kalması için Latinleştirilmiştir.

Bizans’ın Roma topraklarına katılması ve imparatorluğun doğuyla ilişkilerinin artması sonucu, bir kıtadan ötekine geçiş noktası olarak önemi artmış, dolayısıyla imparatorların kente yaptığı ziyaretler sıklaşmıştır.

Roma’nın ‘’Sıfır’’ noktasından çıkan Via Appia Karayolu Adriyatik kıyısındaki Brindisi Limanı’na bağlanmakta, deniz üzerinden karşı kıyıdaki Draç Limanı’na ulaşıp buradan itibaren Via Egnatia adını alarak doğuya uzanmaktadır. M.Ö. 2. yüzyılda inşa edildiği düşünülen Via Egnatia yolu, karayolu ile ulaşımı kolaylaştırmak için Bizantion’a kadar uzatılmıştır.

M.Ö. 1. yüzyıldan 330 yılına kadar geçen süre içinde Bizans Şehir Devleti’nde, Roma İmparatorlarının emriyle, su yolları, hipodrom, halk hamamı ve revaklı yol gibi Roma yapıları kazanmıştır.

I. Theodosius ve Büyük Theodosius olarak da bilinen Flavius Theodosius M.S. 379’dan 395’e kadar Roma İmparatorluğu yapmıştır.  I. Theodosius ölmeden önce ülkesini iki oğlu arasında paylaştırmış, Doğu Roma toprakları Arkadius’a düşmüştü.

Doğu Roma’nın merkezi Bizans şehri olduğu için bu imparatorluğa Bizans İmparatorluğu da denilmiştir.  Theodosius, Doğu ve Batı Roma’nın ikisini birden yönetmiş son imparatordur.

Tarih Öğretmenimiz Niyazi Akşit ile yaklaşık 2000 yıl geriye hayali bir yolculuk yapmıştık. İki ders arasında ara bile vermeden, soluksuz dinlemiştik tarih öğretmenimizi.

Niyazi Akşit’in Tarih derslerini sevmiştim.

Hafta sonlarında Tarihi Yarımada’yı gezmeli ve caddeleriyle sokaklarını ve anıtsal yapılarını gezerek öğrendiklerimi yaşamalıydım.

Yıldızlar Yoldaşı Olsun Öğretmelerimin… 

Share Button