Cote D’Azur Antik Köyleri
Görkemli lavanta tarlaları ve muhteşem kanyon manzaraları eşliğinde, deniz seviyesinden 500 metre ile 700 metre yükseklerde, Orta Çağ kale köylerinde zamanın durduğu hatta yüzlerce yıl geriye gittiği sakin yaşam, sonsuz bir lezzet zenginliği, yürekleri okşayan soylu mirasların bulunduğu Provence’ın masalsı bir ruhu var. Gezimizde bu ruhu biz de yakaladık.
Cezanne, Picasso ve diğer ünlü sanatçılara ve tasarımcılara ilham vermiş Grasse, Gourdon, Tourette sur Loup, Saint Paul de Vence gibi yerleşkelerin bulunduğu Provence yollarında, köylerinde, kasabalarında, pazarlarında, kafelerinde, restoranlarında sanki zamanda asılı kalmış, bazen de yüzlerce yıl geriye gitmiş epik bir güzelliğe yolculuk yapar gibi hissettik kendimizi.
Kaptanımız ve rehberimiz Alex’ in açıklamaları da bu duyguyu yakalamamıza çok yardımcı oldu. Gelin sizler de sitedeki yazının tamamını okuyarak bize katılın…
6 Haziran 2016 Pazartesi, Cote D’Azur…
Cote D’Azur bünyesinde bulunan Villeneuve Loubet’te üçüncü günümüz. Sıkı bir kahvaltı yaptıktan sonra resepsiyona iniyoruz. Programımızda Cote D’Azur’un iç bölgelerinde, Loup Nehri çevresinde yer alan tarihi şehirleri görmek var… Geçen yıl rehberliğinden memnun kaldığımız Alex saat 09,00’da gelip bizi otelimizden alacak. Kişi başı 85 Euro ödediğimiz bu tur kapsamında Grasse, Gourdon, Tourrettes sur Loup ve St. Paul de Vence şehirleri bulunuyor.
Alex tam saatinde bir Vito Mercedes karavanla geliyor. Bizim dışımızda iki kadın konuk da var. Alex’e geçen yıl ki anılarımızdan söz ediyor ve Hülya’yı tanıtıyoruz. Tanışma faslından sonra tur arabamıza biniyoruz. Hülya ön koltukta, Alex’in yanında yerini alıyor. Eşim Serap ile ben arka koltuklara geçiyoruz. Alex su ihtiyacımızı da düşünmüş olmalı ki, pet şişelerde su da koymuştu. Harekete geçmeden ve motoru çalıştırmadan önce kısa ve anlaşılır bir açıklama ile ilk ziyaret yerimizin Grasse olacağını bildiriyor.
Parfümerinin Başkenti Grasse
Grasse bir tarih ve sanat kenti olmakla birlikte, dünyanın parfüm başkenti olarak tanınıyor. Bu nedenle, Grasse merkezine girmeden önce Fransa’da üç parfüm üreticisinden biri olan ‘’Galimard Parfüm Üretim Fabrikası’’ ve bölümlerini ziyaret etmenin faydalı olacağını söylüyor. Cannes ile Nice arasında, kıyıdan bir hayli içerideki Alp Dağları’nın uzantısı olan Azur Dağları eteklerinde kurulmuş olan Grasse, konaklama yerimizden 30 km uzaklıktaydı. A8 otoyolu üzerinden, Cannes yönünde hareket eden aracımız Antibes kavşağında Sait Bernard bağlantı yolu üzerinden Grasse yoluna girdi. Bir rampayı tırmandıktan sonra da Route du Parc üzerinde ilerlemeye başladı. Hareketimizden 45 dakika sonra da ilk mola noktamız olan Parfümerie Galimard otoparkına ulaşmıştık.
Rehberimiz ve kaptanımız Alex bizi Parfümerie Galimard yetkililerine tanıttı ve üretim aşamalarını görmek istediğimizi söyledi. Bir süre sonra da bir hostes önümüze düşerek fabrikayı ve üretim aşamalarında kullanılacak olan kökler, baharatlar, lavanta, yasemin ve gül gibi hammaddeleri tanıtmaya başladı. Grasse ve Gourdon çevresinde, Alp Dağları eteklerinde lavanta, yasemin ve gül tarlaları oluşturulmuş parfüm ya da koku fabrikalarındaki üretimler için. Gül, Grasse şehri için önemli bir yere sahip diyor açıklama yapan hostes. Zaten kullanım amaçlı ürettikleri ilk koku gül kokusu olmuş. Ardından portakal çiçeğinin ve yaprağının esansını ya da kokusunu çıkaramaya başlamışlar. Daha sonra da baharatlardan, köklerden ve farklı maddelerden koku üretmeye başlamışlar. Portakal çiçeği, yasemin, gül gibi narin birçok çiçek Grasse çevresinde yetişiyormuş. Ama nadir bulunan kokular için Alp Dağları eteklerinde çiçek bahçeleri oluşturmuşlar.
Tarihi ve doğal güzellikleriyle oldukça cazip olan Grasse, parfüm endüstrisine yönelmeden önce halkının geçimini hayvancılık ve dericilik ile sağlayan bir şehirmiş. Bu nedenle popülerliği olmayan sıradan kasabalardan biriymiş. Deri kokusuna tahammülü olmayan halktan insanlar bu kokuyu bastırmak amaçlı koku işine yönelmeye karar vermişler. Her türlü bitkiden koku çıkarma çabasına girişmişler. Böylelikle Fragonard, Galimard ve Molinard markaları ortaya çıkmış. Gezmekte olduğumuz fabrikanın alt yapısı ve markası 1747 yılında, Grasse’da yaşamış olan Jean de Galimard tarafından atılmış. Grasse parfümeri Fransa’nın milli mirası, Galimard parfümeri evi de onun ayrılmaz bir parçasıdır diyor açıklama yapan hostes. Fragonard markası ise 18. Yüzyıl Fransız saray ressamı olan Jean-Honore Fragonard oluşturulmuş.
Üretim merkezinde açıklamalarda bulunan hostes, istekli ve meraklı konukların, merkezdeki uzmanların da yardımıyla, kendi kokularını üretebileceklerini söylüyor. Üretim merkezinin bilgi veri tabanına da işlenecek olan bu kişinin kendi kokusu, istenildiğinde fabrikaya sipariş verilebilecekmiş. Şehirde yaklaşık 3500 kişiye istihdam sağlayan 60’a yakın koku firması varmış. Bildiğimiz tüm ünlü markaların ana esanslarını ürettikleri gibi kendi serilerini de üretiyorlarmış. Bu nedenle, şehir merkezinde bulunan butik dükkânlarında da saf parfümler, esans yağları, sabunlar ve doğal oda kokuları bulmak mümkünmüş. Ancak, üretim fabrikalarındaki fiyatların daha ucuz olduğunu söylemişti rehberimiz Alex.
Yarım saate yakın süren fabrikadaki üretim aşamaları ve bilgilendirmeden sonra satış bölümüne ulaştık. Eşim Serap hem kendisi için hem de yakınları ve dostları için koku, kokulu sabunlar ve benzeri şeyler aldı. Alış veriş de tamamlandıktan sonra Grasse şehir merkezine gidiyoruz. Daha önce de değindiğim gibi Grasse, Fransız Riviera’sının sahil şehirleri Nice ve Cannes’ın ortasında, içeri kısımda dağlık bir bölgede kalıyor. Fransızların tanımlamasıyla, Provence-Alpes-Cote D’Azur bölgesinin Alpes Maritimes kısmında yer alıyor. Deniz seviyesinden 300-350 metre yukarıda, engebeli yamaçlara kurulmuş. Alabildiğine yeşil olan bu kent konuklarına enfes bir hava ve dağ manzarası sunuyor. Güzel manzaralı ufak bir meydanı var. Hayat sakin ve rahat, taşıt gürültüsü neredeyse yok gibi. Ufacık, butik bir şehir olan Grasse adeta bir film seti gibi…
Old City olarak tanımlanan Grasse’ın sokaklarına giriyoruz. Bütün Avrupa kentlerinde olduğu gibi daracık ve pastel renkli sokaklar karşımıza çıktı. Ancak, Endülüs kentlerinden Ronda, Sevilla ve Cordoba sokaklarında gördüğümüz güzellikleri burada bulamadık. Sokaklar oldukça bakımsızdı. Kaptanımız tarafından bize ayrılan bir buçuk saat içinde şehrin sokaklarını rahatça turladık. Kaptanla buluşmak üzere, ufak meydana yakın bir kafeye oturarak ünlü biralarını da içtik. Tam saatinde rehberimiz ve kaptanımız Alex de gelip, kahvesini içtikten sonra, Alp dağları eteklerinde ve oldukça yüksek bir tepede kurulmuş olan Gourdon köyüne doğru yola çıktık.
Bir Orta Çağ Köyü Gourdon
Grasse ve Galimard Parfüm Üretim fabrikası gezildikten sonra Gourdon’a doğru yola çıkıldı. Grasse’dan 4 km uzaklıktaki bir Ora Çağ köyü olan Chateauneuf geçildikten D3 karayoluna girildi. Kıvrılarak giden yollarda gittikçe yükselirken Grasse’nin arkasındaki Pre-Alplerde doğar ve Akdeniz’e doğru derin bir vadi oluşturarak yoluna devam eden Loup Nehri iyice aşağılarda kalıyordu. Tırmanma işlemi Gourdon Kanyonu kıyısına kadar devam etti.
Bölgenin en yüksek noktasında mola veren rehberimiz ve kaptanımız Alex bize önce bir kartal yuvasını andıran tepedeki Gourdon Köyü’nü göstermeye çalıştı. Manzara harika olup tepenin üstüne elle konmuş gibi bir köy var kanyonun karşısında. Devasa bir vadiye bakıyor Gourdon. Etrafındaki yüksek tepelerden yamaç paraşütü yapıldığını da söylüyor Alex. Bir süre kendimizden geçerek çevreyi izledikten sonra tur arabamıza geri dönüyor ve Gourdon’a doğru gidiyoruz… Alplerden doğan Loup Nehri az önce gördüğümüz kanyonda akışını sürdürüyor. Akdeniz’e ulaştığı yer konakladığımız Milleneuve-Loubet olan Loup Nehri Grasse’nin arkasındaki Pre-Alplerde doğar ve Akdeniz’e doğru derin bir vadi oluşturarak yoluna devam eder. Nehir yatağı boyunca şelaleler ve diğer doğal güzellikler nefes kesici manzaralar sunar. Göz alıcı kırlar yamaçlara kurulmuş göz alıcı köyleri taçlandırır. Taçlandırılan bu köylerden biri de Gourdon Köyü’dür…
Çevreden izole edilmiş bu kaya sığınağı 961 yılında Gourdon ailesine verilmiş. Köyün adı bu aileden gelmektedir. Gourdon, Loup Nehri’nden yaklaşık 500 m yüksekte bir yamaç kenarındaki eski bir Sarazen Kalesinin yerine yapılan 13. Yüzyıldan kalma Cheteau de Gourdon’un etrafındaki tarihi evler olduğu gibi korunmuş. Korunmuş ve kullanılmakta olan bu yapılar yerli ve yabancı turistleri cezp etmeye devam ediyor. Bal rengi kesme taştan yapılan evleri ve kilisesi ile çok hoş küçük bir köy Gourdon. Kartal yuvası gibi bir tepenin üzerinde kurulmuş olan köyden kilometrelerce ötesinin görüldüğü muhteşem bir manzarası var. Ayrıca aşağıda 15. Yüzyılda yapılmış St. Pierre Kilisesi bulunuyor.
Köyde Ortaçağ evleri, dar sokakları ve parfüm mağazaları bulunmaktadır. Gourdon ailesi ve varislerinin yaşadığı yapı müze haline getirilmiş. İnternetten edindiğimiz bilgilere göre yapının taraçalı bahçelerini, Paris’teki Tuileries Bahçeleri’ni de düzenlemiş olan Le Notre düzenlemiştir. Müzesinde, aralarında Henry Rousseau’nun bir eserinin de yer aldığı, çocuksu bir basitlik taşıyan bir sanat türü olan naif sanat koleksiyonu da vardır. Nitekim köyde sanat atölyeleri bulunmakta olup, onlardan birini ziyaret etme fırsatı da buldum. İstihkâmlı Tourette-sur-Loup köyünün dışındaki evler sur vazifesi görür. Çevredeki tarlalar parfüm ve şekerlemelerde kullanılan menekşelerle rengârenk olup, görülmeye değer.
Tarihi dokusu korunmuş, 961 yılından beri neredeyse aynı kalmış bu köyü gezip içimize sindirdikten sonra yemek için en uygun yer olan Provencale Bar seçildi. Nefes kesen Alplerin görüntüsü eşliğinde yemeklerimizin yanı sıra şarabımızı da söyledik. Yemekler doyurucu ve lezzetliydi. Servis hızlı ve mükemmeldi.
Bir Violet Köyü Tourrettes sur Loup
Loup Nehri Grasse’nin arkasındaki Pre-Alplerde doğar ve Akdeniz’e doğru derin bir vadi oluşturarak yoluna devam eder. Nehir yatağı boyunca şelaleler ve diğer doğal güzellikler nefes kesici manzaralar sunar. Göz alıcı kırlar yamaçlara kurulmuş göz alıcı köyleri taçlandırır. Taçlandırılan bu köylerden biri olan Gourdon Köyü’nü gezdik, teraslarından derin vadileri ve oluşturdukları muhteşem manzaraları izledik. Tourrettes sur Loup’a gitmek üzere bu kartal yuvası üzerine kurulmuş ora Çağ Köyü’nden ayrılıyoruz. Yaklaşık 15 dakika sonra Alex mola veriyor ve bizi parfümlerin ana maddesini oluşturan lavanta tarlalarına götürüyor.
Grasse ve Gourdon’un da içinde bulunduğu Provence bölgesini ve bu bölgenin sembolü olan lavanta tarlalarını, özellikle çiçek açma dönemlerinde, ziyaret etmek, hayatta en az bir kez yaşamanız gereken bir deneyimdir diyor rehberimiz Alex. Lavanta tarlalarını gezdikten sonra bizi tekrar yönlendiren Alex, Gourdon Kanyonu kıyılarına götürüyor. Biraz yürüdükten sonra da bir seyir terası bulup, kanyon ve çevresinin panoramik fotoğraflarını çekiyoruz. Seyir terasından kanyon ve Alp Dağları bir başka güzel ve gizemli görünüyor. Bir süre kendimizden geçerek çevreyi izledikten sonra tur arabamıza geri dönüyor ve sur Loup’a doğru tekrar harekete geçiyoruz.
Kuzeye, yolumuz üzerindeki Azur Alplerinin eteklerinde bulunan Sout du Loup’ta tekrar kısa bir mola vereceğiz diyor rehberimiz ve kaptanımız Alex. Bol virajlı ve ormanlık bir bölgede Loup Nehri’ne paralel yamaçlara açılmış D3 karayolunda ilerliyor ve keskin virajlarla da vadiye doğru iniyoruz. Bazen bir tepeyi aşmak için tünellere giriyoruz. Manzara harika… Yolumuzun büyük bir bölümünde yerleşim yok. Kurtların ve vahşi hayvanların yerleşebileceği bir alana benziyor geçtiğimiz yerler. Loup Nehri çevresi kurtların rahatlıkla dolaşabileceği alanlar oluşturmuş en azından eski dönemlerde. ‘’Le Loup’’ olarak haritalarda yer alan nehrin adının kökenine baktığımızda da ‘’Kurt’’ sözcüğü ile karşılaşıyoruz. Nehir kıyısı yerine ‘’Kurt kıyısı’’ kavramını kullanmayı tercih ediyor yöre halkı.
Villeneuve-Loubet yakınlarında denize ulaşan bu nehrin kıyılarında Andon, Greolieres, Cipières, Courmes, Gourdon, Bar-sur-Loup, La Colle-sur-Loup, Villeneuve-Loubet gibi köy ve kasabalar yer almaktadır. Courmes’in biraz güneyinde kalan bu yerde ‘’Le Loup’’ çağlayanlar oluşturarak yörenin en önemli mesire yerinin oluşmasını sağlamış. 15-20 dakikada ulaştığımız bu yerdeki çağlayanlara, 1’er Euro karşılığında açılan turnikelerden geçerek giriyoruz. Turnikeden geçince karşılaştığım manzara bana Antalya Kemer yolu üzerinde, Antalya’dan yaklaşık 70 km uzaklıktaki Ulupınar Şelale’yi anımsattı. Pre-Alplerin eteklerinde bulunan Sout du Loup, 3. ve 4. Jeolojik zamanlarda erozyon yoluyla oluşan bir mesire yeri. Rehberimize göre, çok sıcak yaz günlerinde Cote D’Azur sakinlerinin tercih ettiği yerlerden biriymiş Sout du Loup. Özel olarak düzenlenmiş seyir teraslarından fotoğraflarımızı çektikten sonra, Tourrettes sur Loup köyüne gitmek üzere iki kişilik tur arabamızdaki yerimizi alıyoruz.
Kayalık bir tepe üzerinde Romanesk bir Orta Çağ Köyü olan Tourrettes sur Loup’a ulaşabilmek için keskin virajlarla tırmanmaya başlıyor arabamız. Sağ tarafımızda derin bir vadi ve kanyonlar oluşturarak denize ulaşmaya çalışan ‘’Le Loup’’ Nehri ve karşı kıyısı harika bir manzara oluşturuyor. Lavanta tarlaları ve üzüm bağları arasından geçerek, keyifli bir yolculuktan sonra, yerel saatle 16,15’te köye giriş yapıyoruz. Menekşelerin hâkim olduğu bu Provans köyünde her şey o kadar doğal ve huzurluydu ki, insanların hayatı sanki ağır çekimle ilerliyordu. Uçuruma bakan bir kayalık üzerindeki bu Orta Çağ köyünde, başta menekşeler olmak üzere hassas bir çiçek ve parfüm kültürü olduğunu öğreniyoruz. Her yıl Mart ayının ilk ya da ikinci haftasında ‘’Menekşe Rengi Festivali’’ yapılmaktadır diyor rehberimiz. Menekşe, yani violet çiçeğinden yapılmış kavanoz dolusu reçeller ve şerbetler dükkânların vitrinlerini süsler. Bu nedenle Tourrettes sur Loup köyü ‘’Menekşe Şehri’’ olarak anılır olmuş. Violet Köyü olarak da biliniyor. Parfüm ve şekerlemede kullanılan violet moru menekşeleri dillere destandır. Yıl içerisinde turizme yönelik birçok aktivitenin yanı sıra, değişik konulu festivaller de düzenlenmektedir.
Köyde birçok tarihsel anıt ve yapılar var. 15. Yüzyılda inşa edilmiş olan Aziz Gregorius Kilisesi bunlardan biridir. Kilise, küçük ama güzel ve oymalar ve güzel dokunmuş bir goblen sahip… Restore edilmiş taş yüzleri ile binalar arasında tonozlu geçitler, sanat atölyeleri, yerel ürün satan butik dükkânlar, sanat ve el sanatları galerileri insanın başını döndürüyor. Köy sokaklarını gezerken tam bir sanatçı ruhuyla karşılaşıyoruz.
11. Yüzyılda güçlendirilmiş olan surlar içindeki bu Romanesk Orta Çağ köyü, yarım ay şeklindeki bir arter etrafında mafsallı konutların yer aldığı özgün bir mimari zenginliğe sahip. 1925 yılında film yapımcılarının burada çektikleri filmlerinin gösterime girmesinden sonra keşfedilmiş bu Romanesk köy. Yazarlar, şairler, sanatkârlar, ressamlar ve film yapımcıları tarafından istila edilmiş neredeyse. Tarihi köy merkezinde birçok sanat ve el sanatları ile değişik sanat galerileri bulunmaktadır. Resim Sergisi, heykel, sanat, takı, giyim – hepsi burada… Bir bakıma bu Romanesk Orta Çağ köyü şairlerin, yazarların ve sanatçıların buluşma yeri haline gelmiş. Bize ayrılan zaman sonrasında arabamızda yerimizi alarak bir başka sanat merkezine, St. Paul de Vence’ye doğru yelken açıyoruz.
Bir Sanat Şehri St. Paul de Vence
Üzerimizde bir tarih ve açık hava müzesi etkisi bırakanTourrettes sur Loup’tan Cote d’Azur’un bir başka efsane kasabası St Paul de Vence kasabasına doğru yola koyulduk. Etrafı surlarla çevrili şirin bir kasaba olan Saint Paul de Vence bir sınır kalesi olarak kurulmuş. Rehberimiz Alex ‘’Bir sanat ve kültür kasabası olan Aziz Paul de Vence sizi aşka inandırabilir ve sanatla sarhoş edebilir.’’ Diyor. İnsanları muhteşem doğasıyla modern yaşamdan soğutabilecek özellikler taşır bu kasaba.
Saint Paul de Vence, 1900’lerin başından itibaren sanatçıların meskeni olmuş. 1911 yılında Cagnes-sur-Mer ile Vence arasında bir tramvay hattının açılışı, o dönemde kale içinde küçük bir köy olan Paul de Vence’in dünyaya açılmasını sağlamış. Sanatçılar ve film yapımcıları 1920li yıllarda keşfetmişler bu sınır kalesi içindeki köyü. Matisse, Picasso, Braque gibi sanatçılar eserlerini yaratmak için buraya gelmişler. Ünlü ressam Chagall, tam 20 yıl burada yaşamış burada. Sartre, Simone de Beauvoir, Greta Garbo, Sophia Loren, Catherine Deneuve, Burt Lancester kasabanın müdavimleri arasında yer alan ünlü isimlerden bazıları. Alex’in bilgilendirme konuşmaları yolumuzu kısalttı ve kasabaya giriş yaptık.
Rehberimiz Alex bizi kalenin önünde bırakıp, 2 saat sonra aynı yerden alacağını söyleyerek ayrılıyor. Kale surları dışında, tepe mazgalının bulunduğu giriş kapısına doğru yürüyoruz. Tepe mazgalının bulunduğu kapıdan kasabaya giriyoruz. St Paul de Vence orta çağdan kalma olağanüstü bakımlı taş binalar ve Arnavut kaldırımlarıyla döşeli dekor gibi bir yer. Burası gerçek mi yoksa bir film seti mi insanın kafası karışıyor. İnternetten edindiğim notlarıma bakıyorum. Ziyaret etmekte olduğumuz “Castrum de Sancto Paulo” olarak bilinen Saint-Paul Kalesi’ne ait ilk bulgular 10. yüzyıla kadar uzanmakta. O dönemde Konsüller tarafından yönetilen Saint-Paul, idari ve ekonomik açıdan geniş bir bağımsızlığa sahipti. Provence’ın büyük aileleri burada ikamet ederlerdi. 1480’den beri Vigurie bölgesinin merkezi olan Saint-Paul, Doğu Provence’ın bir kaleyle tahkim edilmiş en önemli şehirlerinden biriydi. 1547’de bugünkü surların inşaatı bitmişti. François de Mandon de Saint-Rémy eski kaleyi tamamen yenilemiş, sivri burçlar ve atılan cisimlerin yönünü değiştiren eğimli duvarlar inşa etmişti. Bu mimari tarzı 120 yıl sonra Vauban tarafından bir sistem haline getirilecektir.
1747’ye kadar gerçekleşen büyük dini karışıklıklar ve taht kavgalarına rağmen Saint-Paul Katolik Kilisesi’nin başlıca güçlü yerlerinden biri olmuştur. Kapılarını pek çok ziyaretçiye açmıştır. Bunların içinde işgalci ve yağmacılar ve bunların müttefikleri de yer almıştır. Katliamlar, Vandallar, kıtlık bölgeyi mahvetmiş ama Saint-Paul yine de ayağa kalkmış ve önemini arttırmıştır. 1860’ta, Nice Fransa’ya katıldığında Saint-Paul terk edilmiş gereksiz bir kale haline gelmiş ve kısa sürede harita ve sözlüklerden silinmiştir. Yüzyılın başındaki turistik ve sanatsal gelişme, yüzyıldır uyuyan bu hayalet şehrin gizemi pek çok ünlü ziyaretçi, hükümdar ve ressam çekmiştir. 1945’ten itibaren şehrin popülaritesi artmış, evler tekrar hayat bulmuş, yıkıntılar tekrar hayata dönmüştür. Her ülkeden, her inançtan âşıklar buraya yerleşmiş ve tutkularını yaşamışlardır.
James Baldwin ve Jenny Clagett bir çay salonu işletmiş, Fred Witte sokakları boyamış. Jacques Prevert, Rere’nin yerinde tezgâhta yumurta kırmış “Kara Kedi” zirveye çıkmış. Zaman içinde Picasso, Braque, Chagall, Dufy, Hartung, Bonnard, Miro, Leger ve daha niceleri Saint-Paul’de ev satın alarak, kendi evlerinde kalmaya başlamışlar. 1964’te Malraux, Maeght Vakfını kurduğunda, sinema dünyası da Saint-Paul’e geldi. Carne, Kosma, Allegret, Clouzot, Signoret, Montand, Ventura, Geret… Ve sonrasında tüm Hollywood geldi. Artık seyahat organizatörleri güzergâhlarına Saint-Paul de Vence’ı da eklemeye başlamışlardı. Sokaklar hareketlendi, evlerden kahkahalar yükseldi, 40’tan fazla vitrinde dönemin sanatçılarının eserleri sergileniyordu. Sanat dünyasının aktörleri geleceğin koleksiyonlarını yaratmak için günlük yaşamdan besleniyorlardı.
Maeght Vakfı hiç şüphesiz çağdaş sanatın en büyük tapınağıydı. Maeght çifti tarafından kurulan vakıf, kültür hizmeti alanında en çarpıcı örneği oluşturmuştu. Bu bilgiler ışığında biz, ana cadde Rue Grande’ı takip ederek yola devam ettik. Şık sanat galerileri ve butiklerin arasında bulduk kendimizi. Oldukça ilgimizi çeken yolun ortasındaki kurnalı Büyük Çeşme 1850’de yapılmış. Fotoğraf kareleriyle biz de çeşmenin yanında yer aldık. Kaybolma korkusunu bir yana bırakıp huzur içinde dolambaçlı sokaklara daldık. Sarmaşıklı taş duvarları geçip araya gizlenmiş heykelleri, çeşmeleri keşfettik. Burada yaşamış ünlü ressamların reprodüksiyonları tüm galerilerde satılıyor. Gerçekten tarif edemeyeceğim güzellikte butikler, takı dükkânları, sanat galerileri, parfüm dükkânları, sabun dükkânları, zeytinyağı dükkânları var burada. Daracık sokakları geçtikten sonra ömrümüzce unutamayacağımız heyecan verici manzarasıyla muhteşem bir teras çıktı karşımıza. O ne manzara öyle… Muhteşem. Çok heyecan verici… Böyle bir güzelliğin olduğunu bilmek bile insana mutluluk veriyor. St Paul de Vence sanat tarihi kitabı gibi bir yer. Buradan Nice’e doğru uzanan yeşilliğin seyrine doyamadık. Burayı ziyaret etmek için herkes kendi sebebini yaratabilir. Bu tarihi kasabaya geldiğimiz anda kendimizi başka bir zamanda dolaşıyormuş gibi hissettik. Hiç ayrılmak istemedik buradan, hayatımızın geri kalanını burada geçirmek isteyecek kadar etkilendik. Surların dışında ise şapeller, mezarlıklar, zeytinlikler, bağlar ve bahçelerin içine gizlenmiş villalar ile muhteşem vadi manzaraları bizi bekliyordu. Ancak, bize ayrılan zaman dolmuş ve Alex bizi bekliyordu. Bu günkü kültür turundan çok etkilenmiş, memnun kalmış ve mutlu olmuştuk. Aracımıza binerek konaklama yerimiz olan Villeneuve loubet’e doğru yola çıktık…